Bir kadın, stresli iş dünyasındaki erkeğinin gözünde kayıp, bir erkek kadının yorgunluğunda yitik… Bir evlat, ebeveyninin ufkunda, nesnelerle donatılan, ihtiyaçları karşılanarak kariyer hedefleri belirlenmiş bir yarışçı.

İşimizle, aşımızla, eşyamızla, imkânlarımız ve kariyerimizle kullandığımız araç ve gereçlerle bir varlık yarışı içindeyiz. Hayli de başarılı olduğumuz söylenebilir. Çünkü bizler zevahiri kurtarmakta pek mahiriz.

Peki ya, görünmeyen ve bizim asıl varlığımızın ispatı olan, ruhumuz, kalbimiz ve zihnimiz ne durumda?

İşte Eren Bülbül… Vatanına vefalı bir evlat! Küçük şehit! (Ruhu şad olsun!) Hem dışı hem içi yoksuldu. Allahu âlem, insanların ona ettiğine kıyamayan Rabbimiz onu kayırarak yanına aldı. Ve o onurluca ölüme giderken ardında ne bilindik fakat ne güzel bir vasiyet bıraktı: “Biri de çıkıp demiyor ki, iyi ki varsın Eren!”

Ölüm erişmeden, bedenimiz toprağın kucağına yerleşmeden, bir görebilsek birbirimizi. Eşyaların heybetinden sıyrılıp, nesnesiz, şeysiz bir bakabilsek sevdiklerimizin gözlerine. Ve dokunup çocuklarımızın saçlarına “İyi ki varsın!” desek… Kaybolmasak böyle eşyalarımızın gölgesinde…

Ezber bozup emeklerimizin yönünü değiştirebilsek. Para ile değil, elimizle, gözümüzle, sesimiz, sözümüzle donatsak yanı başımızdaki sevgili emanetleri. Eşimizi, evladımızı, dostumuzu arkadaşımızı, komşumuzu, alışveriş yaptığımız esnafımızı var etsek, gönül aynamızda… Bize baktıklarında kendilerini görseler, onlara baktığımızda kalbimizi ve emeğimizi görsek ne güzel olur.

Aşağıda aktaracağım hatıram daha fazla izah eder umarım, yukarıda söylediklerimi: Hıdırellez’di. Sanıyorum sekiz yaşlarındaydım. Avucumda bakır bir on kuruş… Üç yaşıt arkadaş paramızı gömme telaşındayız. Ola ki Hızır Aleyhisselam değer de zengin oluruz hayali ile kuytu bir köşe arıyoruz. Başak tarlalarına yakın askeri lojmanlarda yaşayan üç küçük kız paramızın gömdüğümüz yerden çalınmasından ve Hızır’ın ortalıkta dolaşmayıp gizli yerlere uğrayacağına inandığımızdan büyük bir gayretle başakların arasına dalıyoruz.

Az giderken, uz giderken, şakalaşıp oynaşırken, birbirimizden saklanırken el netice kayboluyoruz. Derken hava kararıyor.

Üçümüz birbirimize sarılıp korkuyla dua ediyoruz. Uzunca bir zaman sonra sesler ve büyük lambaların ışığını görünce sevinç ve korku karışımı çığlığa benzer ağlamalara tutuluyoruz. Babalarımız askeriyeden arkadaş. Tarlanın sahibini bulmuşlar ekili alanın dört bir yanını cemselerle ve projektörlerle dolaşmış ve nihayet bize ulaşmışlar.

Ben korkudan neredeyse ölüyordum. Babacığımın ellerinde şefkat, gözlerinde ihtar vardı o gece. Sarılıyor ama gözlerimin içine çiviler çakar gibi bakıyordu. Neden sonra sakinleşmiştik. Bir daha böyle bir şey yapmama sözü vermiş, özür dilemiştim. Babacığım, göz kapaklarını indirip kaldırarak ve gülümseyerek kabul etmişti.

Sustuk. Hiç konuşmadık o konuyu. Bir hafta sonra akşam yemeğinde babama şu soruyu sormuştum: “Başak tarlasının sahibi tarlasında hiç kaybolmaz mı?”

Babacığım kocaman gülümsemişti. Ellerimi tutup “O tarlada kaybolmamak için eken sen, sulayan sen, dua eden sen, her gün başaklara dokunup aralarında dolaşan sen, emek veren sen olmalısın. Yoksa hep kaybolursun. Emek verenler, gözleriyle değil, kalpleriyle görürler. Hissederler, içlerindeki sevgi ve inanç onlara pusula gibi yol gösterir. Büyüyünce göreceksin, emek verdiğin her şey sana bir ışık olacak. Yolunu açacak. Çünkü Allah emek verenleri sever!” demişti.

Telefonum, marka giysilerim ve iyi bir okul kazanma derdim yoktu. Hatta televizyonumuz bile yoktu. Ama gözlerimin içine bakan ve hayatımı nasihatleriyle donatan, gözlerimin içine bakıp küçük ellerimi avuçları içine alan bir anneciğim ve babacığım vardı!

O gün bugündür hiç kaybolmadım!