FORM VE ÖZÜN SERENCAMI 2
İdelojiler ve dinden bahsederken son dönemlerde yaşanan en çarpıcı örnek, en önemli kırılma Arap aleminde yaşanan seri devrim süreçleridir kuşkusuz. Zira batının sürekli bir şeyleri nihayet erdirme ve yenilenme üzerinden gerçekleştirdiği ‘son’ söyleminin aksini ıspat niteliği taşıyordu bu süreç. Tarihin sonu, ideolojilerin sonu hatta dinleri sonu gibi. İki asrı aşan bir zaman diliminde bu meseleler tartışıladursun Tunus meydanında alev alan ateş bir domino etkisiyle birçok bölgeye sıçradı ve -her ne kadar akıbetleri netleşmese de- beklenmedik sonuçlar verdi.
Din-ideoloji ilişkisinde yeni boyut
Sözü geçen süreçlerdeki temel motivasyon ise sloganlarda gizliydi. Ekmek adalet, özgürlük gibi ‘insani’ söylemlerin yanında ‘Allahuekber’ gibi ‘çözüm İslam’dadır’ gibi sloganlar daha baskın geldi zamanla. Meydanlara rengini veren bu şey batının hareketlenmeler başladığı zaman yorumladıkları şekliyle liberal talepler veya seküler bir yaşam tarzını isteme arzusu değildi. Bir eylem tarzı olarak meydanlarda namaz kılan ‘kıyama duran’ insanların varlığı oldukça can sıkıcıydı batı nazarında. Din-ideoloji bütünlüğü, İslamcılık olarak tarif edilen din kaynaklı bir ideoloji tarafından bu coğrafyaya şekil vermeye başladı. Halkları harekete geçiren bu isyanların batıyı endişelendirmeye başlaması da iktidara yegane alternatif olarak yıllardır hazırlık yapan unsurların adım adım karar verme mekanizmalarına yaklaşmasıydı.
Meşruiyetini batıya yaslanarak temin etmeye çalışan Nasırist/Baascı mevcut seküler otoriter rejimler -Müfit Yüksel bu rejimlerin ideolojilerini sosyalizm soslu Arap milliyetçiliği olarak tanımlar- yıkıldığında yerlerine alternatif olabilecek örgütlü yapıların İslamcı tandanslı oluşu yeni bir vaziyeti açık etmesi bakımından tarihte önemli bir kırılma olarak kayda geçti. Tarih tüm olanları yazarken İslam dünyasında da bir canlanma başlamıştı.
Medeniyetler çatışması tezini ileri süren Huntington’u eleştiren fikir çevrelerinin medeniyetler içi çatışma olarak adlandırdıkları şeyin de aynı zamanda münakaşa edilmesi tesadüf olmasa gerektir. Çünkü bir yandan canlanma yaşanırken diğer yanda ise öteden beri var olan, savaşa varacak kadar ciddi bir sorun mevcuttu. Yükselen bir değer olarak İslamiyet/İslamcılık sadece İslam’a inanalar değil aynı zamanda kendi havzasındakileri de kapsayacak bir medeniyet alanı teşekkül ettirdiği için burada yaşanan herşey onu doğrudan ilgilendiren boyutlar taşıyor.
Medeniyetler içi çatışma meselesini İslam Medeniyeti bağlamında ele aldığımız zaman karşılaştığımız yeni senaryolar dikkate değer. Özellikle ideoloji yönetim ilişkisi ekseninde de ciddi veriler sağlayan bu senaryolara yakından bakmanın yerinde olacağı kanaatini taşıyorum.
Yeni senaryolar
Yeryüzüne nizam verme idddiasındaki üst aklın İslam Dünyası için bir iç çatışma ön kabulü, yerel dinamiklerin de harekete geçirilmesi ile mümkün kılındı. Mevcut iki farklı yoruma karşı bir üçüncü seçeneği paralatarak servis edilen düşünce/yaşama şekli esasen gerçeği perdelemekten başkası değildi. Mevzuyu açarak, somut örnekler üzerinden gidelim. Öteden beri petro-dolar üzerinden siyasi etkinliğini artırma gayreti içinde olan Suud’un pompaladığı selefi/vehhabi çizgi ve bu düzlemde ortaya çıkan terörize olmuş gruplar Müslümanların bir yüzü, milliyetçiliğini hep koruyan ama diğer yandan da mezhepçi tutumundan ödün vermeyen şia ise öteki yüzü olarak takdim edildi. Bu iki unsur arasındaki gizli/açık savaş pek çok değişkenin de etkisiyle diri tutuldu. Tüm bunlar yaşanırken Müslüman toplumlara ‘iyi seçenek’ olarak sunulan şey ilse ılımlılık/ılıştırılmışlık düşüncesiydi. Yani İslam’ın omurgasını teşkil eden cihad kavramına soft anlamlar yükleyerek yahut onu belli kalıplara indirgeyerek geliştirilen yorumlar. Sözü geçen yorumlar aynı zamanda iktidar/otorite kavramlarını da üst aklın lehine kullanarak tüm mücadele alanlarını boş bırakan salt bireyci bir modeli öngörüyordu. Türkiye başta olmak üzere İslam Milletinin yaşadığı hemen her yerde aynı büyük sorun ortaya çıkmıştı. Peki yukarıda zikrettiğimiz perdeleme bu işin neresindeydi? Şu ki: Müslümanların hem omurgasını ve hem de çoğunluğunu teşkil eden ehl-i sünnet çizgi dolayısyla ıslah hareketleri bu denklemde görülmesi istenmeyen ana gövdeydi.
İdeoloji iktidar ilişkisi düzeleminde ise tarihin önemli ip uçları verdiğini düşünüyorum. Bugün ideolojize olmuş belli gruplara müfredat niteliği taşıyan pek kişi ve eserin Emevi, Endülüs, Abbasi, Memlük, Sekçulu ve Osmanlı tecrübeleri içinde var olduğunu görüyoruz. Her birinin bilginin tekelleşmemesi/devletleştirilmemesi noktasındaki kaygıları ortak idi. Yani medreselerde tam bir bağımsızlık ortamı hakimdi. Muhiddin İbn-i Arabi de İbn Teymiyye de aynı eğitim kurumunda pekala okutulabiliyordu. Öyleyse neden bu tip aşırıya giden yapılanmalar o zaman ortaya çıkmadı sorunun cevabı ise ‘devlet olmanın gereği ya da gerekliliği’ şeklinde cevaplandırılabilir. Sözü geçen devletler halklar arasındaki düşünce zenginliğine evet ve fakat bunların kamu düzenini bozan herhangi bir eylemselliğe dönüşmesine hayır demişlerdir.
Din-ideoloji ilişkisi düzelminde yapılan bir başka yorum ise özellikle İslami söylemlerin milli çıkarlar ve bölgesel liderlik iddiaları adına benimsendiğidir. Ortadoğu’da gerçek bir meşruiyet ve iktidar alanı açan bu söylemi benimseyen İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye’nin aynı potada değerlendirildiği bu yorum kritik etmeye değer mühim nitelikler içermektedir.
Nihayi kertede bakıldığında bu coğrafyada, bu medeniyet havzasında dinle ideolojinin ayrılması mümkün değil. Zaten bu düşünce Hıristiyanvari bir düşüncedir. Küreselleşmenin küreyi topyekun uygarlaştırma söylencesi esasen bir medeniyet olarak İslamiyet açısından büyük bir fırsat taşıyor. Yezidilik örneğinde de görüldüğü üzere farklılıklarını bir arada yaşatan, onlara alan açan ve özellikle tali unsurların varlığını korumaya azmetmiş olan bu kültür yeni dünyada önemli bir noktada kendine yer bulabilir.