FORM VE ÖZÜN SERENCAMI
Son yıllarda Türkiye’de ve özellikle de Arap İsyanları başladıktan sonra oluşan yeni fotoğrafta din ve ideoloji çokça tartışılmaya başlandı. Siyaset bilimcilerden felsefecilere teologlardan sosyal bilimlerle meşgul olan fikir çevrelerine kadar pek çok kesim ister istemez bu tartışmaların içinde buldu kendini. Atılan adımlar, uluslararası ilişkilerin devinimi, verilen kararlar hep din-ideoloji zemininde değerlendirildi haklı olarak. Zira -İslam özelinde- ulus ve ideoloji dönemlerinin tükendiği bir dönemde neoliberal bir düşüncenin ‘yeganelik iddiası’ karşısına dikilen, söyleyecek sözü olan din, bir hakikat kaynağı ve dengeleri belirleme gücüne sahip bir unsur olarak belirdi insanların zihninde. Necip Fazıl’ın ifadesiyle eskimeyen yeni ve onun dönüşüydü bu bir bakıma.
Meseleyi ana hatlarıyla tahlil etmek için tanım yapmak yahut tamınlardan birkaçını ortaya koymak mecburiyetindeyim. Özellikle ideoloji nedir sorunun cevabını vermek oldukça önemli bu noktada. Üzerinde uzlaşılmış bir tanımı olmayan ideoloji terimi sosyal bilimler zaviyesinden bakıldığında siyasi bir inanç sistemi, eylem yönelimli fikirler kümesi, belli bir sosyal zümrenin dünya görüşü, meşruiyet aracı olarak özetlenebilecek tanımlara sahip. Etimolojik tarihine bakıldığında ise Fransız İhtilai’ni takip eden yıllarda karşımıza çıktığını görüyoruz. Modern bir kavram olması hasebiyle seküler anlamının baskın geldiğini söylemek mümkün, zira kilise karşıtlığı üzerinden kurgulanmış bir düşüncenin ürünü ideoloji. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu va’z eden bir parametre olarak bakıldığında ise Kadim Yunan’a kadar uzanabilir ama daha ziyade modern dönem bu yazının konusu olacak. Din ile ideoloji arasında bir ilişki kurulabilir mi, nasıl farklılıklar vardır, benzer yönelerinden bahsetmenin imkanı aranabilir mi gibi soruların cevaplarını arayacağım.
İdeoloji de din de insanın dünyayı anlama ve kendini bu anlam üzerinden bir yere konumlaması olarak ifade edilebilir. Yani ‘ben kimim’ sorusu dinin de ideolojinin de cavap aradığı/cevabını verdiği sorulardır. Eğer gerçek bir tefrik yapamamız gerekirse din daha çok çok özle, hakikat ile alakalıyken ideoloji daha çok forma yöneliktir. Yani bir yaşam tarzı ve bir dünya görüşüdür. Din hakikatin kaynağıdır onun mensuplarına göre. Karşısındakilere göre ise hakikat iddiasıdır dinin söylediği. Bu anlamda özellikle akılcı akımların Avrupa’da neşv-ü neva bulduğu yüzyıllarda hakikat iddiası ile dinin karşısına çıkan diğer bir unsur bilimdi. Zira modern bilim de hakikate kaynaklık edebileceğine dair bir kanaati oluşturmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ideolojilere de alternatif oluşturan ama bir yandan da onu besleyen girift bir ilişkiler yumağı söz konusuydu. Karl Marks’ın ideologları gevezeler olarak, kendi yaptıklarını ise bilim olarak nitelemesi buna örnek olarak verilebilir. Marksistlere göre ideoloji yanlış bir bilinç halidir. Aynı temelden hareket eden postmodern/postyapısalcı fikir adamları da benzer şeyler söylüyor. Mesela Slavoj Žižek bu duruma yamuk bakmak diyor.
Meseleye nereden baktığınız neyin üzerinden okuma yapacağınıza da işaret eder. Egemenlik fikri üzerinden yola çıkan Marksistlerin dine bakışında sınıfların egemenlik aracı şeklindeki söylem oldukça baskındır frenk düşüncesinde. Sınıfsal bir düzlemde bakan bu düşünce burjuvanın egemenliğini de böyle okur. Bu zaviyeden bakan yalnız Marksistler değildir kuşkusuz.Çevreciler de benzer motivasyonlarla söylem geliştirmişlerdir. Feministler erkeklerin dinden kaynaklı bir şekilde kadını ikinci plana ittiğini ve hakim pozisyona geldiğini iddia eder.
Gerçekten din insanlık tarihinin ilk gününden bugüne kadar bir egemenliğin ve meşruiyetin kaynağıdır. Meşruiyet ve egemenlik arasında fark ise şöyle belki izah edilebilir; Osmanlı’daki Şeyhülislamlık makamı örneğinde olduğu üzere aklileştirme, ikna etme ve lagal hale getirme gibi bir fonksiyona sahiptir. Bu açıdan bir meşruiyet kaynağıdır din. Egemenlik ise karar verici merciye ilişkindir. Yani kararı kim veriyorsa egemen odur.
İdeolojilerin dine yaklaşımları
Peki ideolojilerin tamamı Marksistler gibi bir ilişki mi kurdular sorusunun cevabı ise şüphesiz ‘hayır’ olacaktır. Marksistler, din alt sınıfları yönlendiren bir afyondur önermesini ağızlarına sakız yaparken liberal düşünce daha Durkheimci yaklaşıp onun işlevsellği ile ilgilenmiştir. Ve nihayi kertede onu toplumsallaşmayı sağlayan bir araç, bir tutkal, bir bağ olarak görmüştür. Muhafazakarlara gelince onlar, dini bir uygarlık tasarımı olarak telakki etmiş ve dinin dünyaya bakan yüznün gelenek olduğunu düşünmüşlerdir. Muhafazakar düşünce böylesi bir açıdan meseleye yaklaştığı için kurumsallaşma üzerinden bir okuma yapmak suretiyle dini araçsallaştırmıştır demek mümkün. Zira muhafazakar düşünceye daha yakından bakıldığında bakıldığında din, o ideolojinin bağlamı içinde kalarak bir yerlere oturtulması gereken bir şeydir. Bu belki yok sayma değil fakat onu ehlileştirme misyonu olarak yorumlanabilir. Batı tipi muhafazakarlık dini ögeler içinde bir öge olarak kodlamıştır.
19. Yüzyıldan itibaren din-ideoloji ilişkisi oldukça interaktif bir durumdadır. Bazen red, bazen etkileşim ve bazen de rekabet ilişkisi içine girdiğini görüyoruz. Bilhassa sanayi devriminin getirdiği değişim dünyayı yeniden anlamlandırma girişimi ile ideolojilerle tanışma aynı zamana denk gelir.
İdeolojilerin dünyanın hakikati olma noktasında dinden rol çalma çabaları onları eleştirdikleri şeyin içine çekti ve kutsalları, dogmaları olan dinler ihdas etmeye kadar götürdü. Comte’nin Hıristiyanlık formu içinde kurduğu (?!) insanlık dini, bilimi merkeze alan ama insanın mutlak inanma ihtiyacını da gidermeye kapı aralayan bu seküler inanç son tahlilde bilimsel olanı yüceltti, dinin hakikat iddiasını rölative etti ve neticede bilim de ideolojikleşti. Bilim, dogmaya karşı çıkarken ihdas edilen yeni kutsallaştırmalar marifetiyle bireyin doğum ile ölüm arası tüm hayatını kuşatan hurafeler yığınına dönüştü.
İslam, İslamcılık ve ideoloji
Din-ideoloji tartışması modern öncesi dönemde din-felsefe tartışması olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Farabi, İbn Sina başka felsefe ile yanaşık bir tavır sergilerken Gazzali daha farklı bir konum almıştı. Modernite ile beraber felesefi düşünme ideolojik düşünmeye dönüştü.
Bize özgü en özel sorunsal ise dinin siyasalllaşması meselesi ya da Siyasal İslamcılık. Burada en temelde dikkatleri celb eden şey dinin taraf olarak okunması. Ben ve öteki, dost ve düşman gibi ikilikler üzerine yani bir karşıtlık üzerine bina edilmesi. Oysa yukarıda zikredilen batı tipi ideolojilerden farklı olarak dinin siyasallaşması olarak da ifade edilen İslamcılık ortaya çıkışı hem motivasyonları ve hem de dine içkin durumu ile başlı başına tahlil gerektirir. Modern dönemde dini hayata siyasal dinamizm getiren bir düşünceden söz ediyoruz İslamcılıktan dem vururken. Burada ideolojilerin tasnifinde ifade edilen yumuşak ya da sert ideolojilerin kalıplarının haricinde tutulması bakımından da oldukça önemlidir İslamcılık. Yani kişinin kendini feda edip edemem durumuna göre yumuşalıklık ya da sertlik isnadı söz konusuysa bu anlamda rekabetçi bir tutumun dışında değerlendirmek isabetli olabilir.
Hıristiyanlık ve Yahudilikten farklı olarak İslamiyetin bir devlet kurarak hakimiyetini ilan etmesi çok önemli bir noktadır. Din ve siyaset iç içedir önermesinin referans noktası da tam budur. Burada dikkat edilmesi gereken hayati hususlardan bir tanesi de şudur: İslamın sabah kalkamamızdan gece yatmanıza yahut bir hayat içerisinde yaşayacağımız hemen herşeye ilişkin bir tanzim getirmesinden yani fıkıh tecrübesi ve müktesebatı ile analoji kurarak devlet idaresi, toplumu yönetme, yönlendirme anlamında sabit, kendini güncellemeyen bir fikir serdederseniz bu pekala oryantalist bir yorum olur. Böylesi toptancı bir yaklaşım ciddi zenginlikler barındıran fikri farklılıkları da alan açmamak demektir -ki bu haksız bir isnattan başkası değildir.
Modern dönem ele alınacak olursa İslam’ın siyaset ile ilişkisi Hıristiyanlığa göre daha kuvvetlidir. Bunun asıl iki sebebi Hıristiyanlığın protestanlaşma/protestanlaştırma süreci, ikincisi de İslam’ın iç dinamikleridir ancak modern öncesi döneme bakıldığında aynı durum Hıristiyanlık için de geçerliydi. Kilise gerçeğinin gözden kaçırılmaması gerekir. Bir başka husus ise modern dönemde din-siyaset ilişkisi İslam Dünyası’ndaki sekülerleşme hareketini de gündeme getirmeyi gerekli kılıyor. Bu bir reformasyon ihtiyacına karşılık gelmiyor aksine siyaset ile İslamın halihazırdaki yorumlarının, bu yorumlarla ideolojinin birbirini döüştürerek bir yere evrildiğini gösteriyor. Ve batılıların mesele batılı hakimiyetin dünyaya getirdiği sıkıntılar eleştirmeye geldiğinde, sadece İslami grupların örgütlenebilme sağladığı toplumlarda bunu bir muhalafet ideolojisine dönüşüyor olmasına bakarak “işte yakaladık” İslam ile siyaset böyledir demek doğru bir değerlendirme değildir. Sadece buna odaklanmak yanlış bir düşünce olur.
Devam edeceğim inşaallah..