1878 yazında İngiltere, özelde Hindistan, genelde Doğu’daki menfaatleri uğruna Kıbrıs’a yerleşmeye çalışırken, rakibi Fransa’nın tepkisini en aza indirmek için ona Osmanlı idaresindeki Tunus’u teklif etmişti. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Salisbury, Fransız mevkidaşı Waddington’ı, ikna etmek uğruna “burasını almak zorundasınız, Kartaca’yı barbarların elinde daha fazla bırakamazsınız” sözlerini sarf ederek, emperyalizme “medeni” bir kılıf örüyordu.  

19. yüzyılın başında Avrupalı güçler arasındaki rekabet iyice kızışınca bu defa sahnede İngiltere Maliye Bakanı Lloyd George göründü. Birinci Balkan Savaşı’nın bir değerlendirmesini yapmak üzere, Kasım 1912’de Yunan delegesi ile resmi ofisinde bir araya gelmişti. Gelişmeler karşısında çok mutluydu. Bu sevinçle şampanya dolu kadehini kaldırdı ve ekledi, “müttefiklerin şerefine ve Türk’ün Avrupa’dan atılması, geldiği yere gönderilmesine içiyorum.” Bu mağrur, kendinden emin ve emredici anlayış, Lozan Konferansı’nda da kendini bir kez daha göstermişti. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, Milli Mücadele’yi görmezden gelerek, alaycı ve küstah bir edayla barış görüşmelerine başlamışlardı. Buna rağmen gizleyemedikleri kızgınlıkları vardı. İstedikleri olmamış, o çok nefret ettikleri Türk’ü Anadolu ve İstanbul’dan atamamışlardı.

O günden bugüne çok şeyler değişti. Bunu kabul etmemek mümkün değil ama aynı ölçüde bazı şeylerin de değişmediğini ve kısa sürede de değişmeyeceğini kabul etmek gerekiyor. Bunların başında, Avrupa’yı siyaseten kuşatan olumsuz “Türk İmajı” geliyor. Bu durumdan Mustafa Kemal Paşa da oldukça rahatsızdı. Bir konuşmasında şöyle diyordu: “asırların birikmiş hesapları üzerinden bizimle mücadele ediliyor.” İsmet Paşa’nın da düşüncesi çok farklı değildi. Barıştan anladıkları, “İngiliz Barışı”, uzlaşıdan anladıkları, “hep kendi istediklerini yaptırmak”, müzakereden anladıkları ise, “bizim taleplerimize hep hayır demek” şeklinde özetliyordu, o günkü İngiltere, Fransa ve İtalya’nın tutumunu İsmet Paşa.

2000’li yılların başında Türkiye-AB ilişkileri yeni bir balayı dönemi yaşarken, Avrupa başkentlerinde 1683 tarihli Viyana Kuşatması üzerinden Türkiye’nin tam üyelik sürecinin değerlendirilmesi 2004 yılına damgasını vurmuştu. Öyle ki, Türkiye’nin AB’ye tam üye olması durumu “3. Viyana Kuşatması” olarak kamuoyunda tartışılıyordu. Türkiye’nin AB tarafından “takdir” edildiği bir dönemde, Mustafa Kemal Paşa’nın zamanında, ifade ettiği gibi, Avrupa yeniden “asırların biriktirdiği hesaplar” üzerinden müzakere masasına oturmaya çalışıyordu.

Peki bu durumda ne olacak sorusu doğal olarak akla gelebilir. Cevap çok basit: Uzlaşmak. Fakat uzlaşmak tek taraflı emirle ya da ödünle mümkün olmaz. Avrupa ve ABD, her konuyu ve durumu kendi çıkarlarına uygun olarak mutlak bir şekilde tanımlamaya yönelik tavrını sürdürmeye devam ettikçe maalesef bu uzlaşı sağlanamaz. Bugün tüm dünyada, öyle ya da böyle, Batı’nın kabul görmesi, onun doğruluğundan ziyade onun gücüyle endeksli bir durumdur. Her ne kadar açıkça ifade edilmese de, Batı’nın Doğu üzerinde, zımni olarak, bir Tanrısallık iddiasında olduğu da yadsınamaz. Eğer devletlerin egemen ve eşit kabul edildikleri bir uluslararası sistemden bahsediliyorsa, bu çerçevede Batı öncelikle Doğu’ya “kul” muamelesi yapma tavrından vazgeçmelidir.

Benzer şekilde, Avrupa Birliği Yöneticileri de Türkiye’ye “Şark Meselesi” gözlüğünden bakma alışkanlığını terk etmeli ve “eski hesaplar üzerinden yeni durumları” okuma siyasetinin artık eskidiğini kabul etmelidirler. AB açısından bu anlayışla mücadele etmek, en az terörle mücadele etmek kadar önemlidir. AB, bu konuda artık zaman kaybetmemelidir…