Selçukluların en meşhur veziri Nizamülmülk’ün devlet tasavvurunda bidat ehline, hak mezhebin dışındaki oluşumlara, bu oluşumlara hizmet edenlere yer yoktu. Bu konuda oldukça keskindi. Devlet ricaline hep bu konuda uyarılarda bulunmuştu. Nitekim Selçuklular da ideal devlet planının demirbaş parçalarından biri olan maneviyat anlayışını, son derece nizamlı şekilde devlet sistematiğine tatbik ederek, uzun yıllar hükümranlık sürmüştü. Ne zamanki ifsat hareketleri çoğaldı, baskın klikleşmeler yönetimdeki etki alanını arttırdı, Batınîlik faaliyetleri çığ gibi büyüdü; Selçuklu hâkimiyeti nihayete erdi…

Osmanlıda da durum aynıydı. İslamiyet sünnet ehlinin omuzlarında bayraklaşmış, Osmanlı Devleti cihana yön verici bir mertebeye eriştirmişti. Ne zamanki halkın içine -İngilizler başta olmak üzere- Batı fırlatması sözde âlimler salındı, ne zaman ki bu münafıklar uzun vadede toplumsal karakteri yontup içinden isyankâr yığınlar çıkarttı, ne zaman ki padişah dışında yönetim makamlarını reformistler, mezhepsizler, masonlar doldurdu; o zaman Osmanlı’nın 600 yılı aşmış medeniyeti izmihlale geçti, beynelmilel otoritesi çöktü, toprakları bozuk para gibi dağıtıldı.

Bu örneklere, bilhassa Ehli Sünnet harici yapılanmaların bölgeyi bataklığa çekmesi cihetinden, Ortadoğu(!) ülkelerinin yakın tarihi de eklenebilir…

Yazdıklarım, tarihi vakıaların zuhur etmesindeki kaba politika unsurlarından ziyade, genel mânada mücerret ve arka plan sayılabilecek işaret taşları…

Gelmek istediğim nokta da şu: 1000 yıllık, gömülü iddialarını yeniden piyasaya süren bir memlekette yaşıyoruz. 1000 senedir üzerimize nasıl geliyorlarsa, bugün de aynı aşağılık stratejilerle saldırıyorlar. Bunlardan biri, hatta en mühimi itikad mevzuu.

Neyse ki Türkiye, uğradığı ve halen uğratıldığı itikad katliamından, diğer Müslüman ülkelere nazaran daha az hasar görüyor. Sebebi; Ehli Sünnet’e karşı köklerimizdeki şeksiz bağlılık ve hürmet. Yani haiz olduğumuz 1000 yıllık ulvi gelenek ve ne kadar tecavüze uğrarsa uğrasın hakikat yolunda kemikleşmiş an’ane temeli.

Kabuklarımızı soydular. Şimdi iskeletimizden korkuyorlar.

Ehli Sünnet, son değil, tek kalemiz. Kalemizi muhafaza etmekten artık çekinmememiz gerekiyor. Sürekli politik bahaneler uydurup, ‘’şimdi sırası değil’’ bilgiçliği taslıyorlar. Gerçekleri manipüle etmek gayesiyle ‘’aman fitne çıkmasın’’ duyarı kasıyorlar. Alt metninde reformizm çığlıkları olan ‘’o da bizim bu da bizim, görüş farklılığı altı üstü’’ masalları okuyorlar. Kelam-ı Kadim ve Sünnet-i Resul yoluyla hemhâl olmadıkça, iç veya dış tüm reel-politik bahisler zırvadır! Mezkûr husustaki hiçbir mazeret, hiçbir şekilde meşruiyet fırsatı doğuramaz…

Velhâsıl, onlar devam edecekler. Ama biz vazgeçmeyelim. Diyanet’in içindeki hıyanet şebekelerini yorumlarken, “ama o Diyanet, en iyisini bilir” mantalitesiyle yaklaşmayalım. Hakikati savunmaktan ödün vermeyelim. Diyanet’i, içindeki kliklerden kurtarmak vazifesini vird edinelim.

İtidal üzere olmayı da; hakikati örtmek ve hakikati deşecek keskin darbelere alan açıcı bir pasiflikle karıştırmayalım. Ehli Sünnet kimliğinden zerre taviz vermeyen bir diyanet tasavvurunu düstur belleyelim. Ve bu düsturun, her fırsatta övündüğümüz ‘’ümmetin umudu olmak’’ vazifesinin en kuvvetli zırhı olduğunu unutmayalım.