Vallahi çok sevindim. Milli Eğitim Bakanlığı’na eğitimci bir Bakan getirildi. Eğitim Fakültesi mezunu, Gazi Eğitim’de öğretmen yetiştirdi ve senelerce MEB’de Talim Terbiye Kurulu’nda görev aldı. Yıllarca, “İşletme mezunu, hukuk mezunu, İletişim mezunu” insanların Bakan olduğu düşünülürse, Milli Eğitim Bakanlığı için bundan daha isabetli bir tercih olamazdı sanırım.
Kabinenin açıklandığı gün kaleme almaya çalıştığım fakat bir türlü tamamlamaya fırsat bulamadığım yazının ilk cümlesi, “Sayın Bakan’ın önceliği sınav sistemine müdahale etmek olmamalı” idi. Haberlerden, Bakan Selçuk’un sınav sistemini gündeme alacağını öğrenince “Yazıyı yazmak şart oldu artık” dedim. Dikkate alınır alınmaz orası ayrı, biz yazalım da…
Sayın Bakan’a akıl verecek değiliz. Zaten içinde olduğu bir yapının problemlerini ondan daha iyi kimse bilemez sanırım ama birkaç hususa dikkati çekmek de vazifemiz. Sayın Bakan’ın önceliği sınav sistemine müdahale etmek olmamalı. Zira son 15 yılda kâfi derecede değişiklik yapıldı ve eğitimin kalitesine yönelik bir faydası olmadığı hatta eskiye nazaran çok şeyler alıp götürdüğü aşikâr. Madem hükümet sistemini değiştirerek köklü bir reforma imza attık, eğitimde de benzer radikal kararlar alınabilir.
Sayın Bakan öze dokunmalı ve ilk işi “Öğretmen eğitimine” el atmalı.
Yapılacak ilk iş; eğitim fakültelerini Milli Eğitim Bakanlığı kontrolüne almak olmalı. MEB, ileride istihdam edeceği öğretmenlerin eğitiminde birebir etkin bir rol üstlenmeli.
Bunun için atılacak ilk adım da kısa vadede belki bir proje okul belirlenmeli ve buraya kabul edilen öğretmen adaylarına yönelik özel bir program uygulanmalı. Her branştan kabul edilen öğretmen adaylarına yurt ve burs dahil her türlü imkan sağlanmalı.
Eğitim sürecinde öğretmenin bilgisi kadar tecrübeli olması, diksiyonu, görüntüsü ve bilgiyi öğrenciye aktarabilmesi de önemli bir faktör. Öğretmenin eğitim süreci bu gereklilikler göz önüne alınarak yeniden belirlenmeli. 4’üncü yılın sonunda (ki bu süre daha da uzatılmalı kanaatindeyim) kitabi olarak donanımlı ama tecrübe ve ifade yönünde zayıf hatta yetkin olmayan insanların öğretmen olmasının önüne geçilmeli. Süreç sonunda belirlenen özelliklere sahip kişilerin öğretmen olarak ataması yapılırken, belirlenen özelliklere sahip olmayanlar da eğitim sistemi içerisinde farklı pozisyonlarda (Eğitim idarecisi, eğitim uzmanı vs.) değerlendirilmeli.
Bu, şu demek değil; eğitim fakültelerinin puanları en yüksek olsun, en zekiler öğretmen olsun.
Hayır, kastettiğim bu değil.
Einstein zekâsında fizik öğretmenlerine ihtiyacımız yok. Öyle bir bilgi birikimine sahip ama öğrenci ile diyalogu problemli, bilgiyi öğrenciye aktaramayan bir öğretmenin kime ne faydası var? Elbette Einstein zekâsına sahip ve öğrenci ile diyalogu mükemmel ve bütün bilgi birikimini öğrenci seviyesine aktarabilecek öğretmenler yetiştirebilmeliyiz. Süper zekâlar öğretmen olmasın demiyoruz. J
Bize lazım olan kendinde olan kitabi bilgiyi pratize edebilecek, öğrencinin hayatına katabilecek öğretmenler yetiştirmek. Bunun içinde öğretmen adayının daha 1’inci sınıfta işin içinde olmalı. 4 yıllık eğitim süresi uzatılıp, bütün bu süre içerisinde başlarda gözlemci, sonlarda ise katılımcı olarak eğitim sürecinde dâhil olmalı.
Bunun yanı sıra, etkili iletişim yöntemleri, diksiyon vb. konularda da eğitim verilmeli ki, öğrenci ile diyalogu mükemmel bir şekilde sağlanabilsin. Eğitim sürecinin sonunda mezun olan adaylar, bilginin yanı sıra, bilgiyi aktarabilme, kendini ifade edebilme, diksiyon vb. testlere de tabi tutulsun. Başarılı olanlar öğretmen olmaya hak kazansın, başaramayanlar ise eğitim uzmanı gibi alanlarda istihdam edilsin. Herkes öğretmen olamasın.