Biz bu filmi gördük.

Programı aylar öncesinden belli olan Süper Kupa finalinde yaşanan kriz, zannediyorum öyle yabana atılacak düz hassasiyet gerekçesiyle yaşanmadı.

Aylar önce belirlenen ve tarafların vardığı uzlaşı, iki ezelî rakibin görece anlamsız taleplerinin ardı arkası kesilmeyince bir krize dönüştü.

Baştan beri “neden orada düzenlendiği” anlaşılmasa da mevcut yanlıştan bir kriz devşirerek de olsa geri adım atıldı.

Lakin olay sadece spor değil.

Atatürk hassasiyeti üzerinden başlayan gerilim, iki ülke arasında bir kriz yaşanmasını mı hedefledi yoksa mesaj içeriye mi dönüktü; bunu kısa süre içerisinde daha net öğreneceğiz gibi.

İlk teori, son dönemde yaşananlarla ikinci plana itildi.

1 Ocak’ta Galata’da yapılan yürüyüş ve ardından yaşananlar, planlı bir provokasyon izlenimi veriyor.

Buna geleceğiz…

***

Biraz tarihsel süreçten bahsedelim.

1950’lerde ellerindeki baltalarla Atatürk heykellerine saldıran “Ticaniler” isimli grubun hikâyesi oldukça ilginç.

Ticanilik, Türkiye’de, 1906’da Ankara’da doğup hukuk tahsili yapan Kemal Pilavoğlu’nun Ticani şeyhi olduğu iddiasıyla 1940’lı yıllarda ortaya çıkmasından sonra gündeme geldi.

Tarikat mensupları, 1951’de onlarca Atatürk heykelini kırmasıyla meşhur oldu.

CHP’nin tek parti diktasına son veren Demokrat Parti, yaşanan olaylar sebebiyle 5816 olarak bilinen Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarmaya mecbur kaldı.

Ticanileri ilginç kılan, ellerinde baltalarla Atatürk heykellerine saldırması değildi elbette.

Sözde tarikatı ilginç kılan asıl detay, CHP ile olan ilişkisi.

Ticaniler CHP'liydi ve CHP için çalışmışlardı.

CHP’li eski milletvekili ve Mustafa Kemal’e yakınlığıyla bilinen Yakup Kadri’nin ‘Politikada 45 Yıl’ adlı eserinde yer verdiği CHP-Pilavoğlu ilişkisine göre; Kemal Pilavoğlu ve müritlerinden bir grup, İsmet İnönü’nün onayıyla CHP’ye üye olmuş ve seçimlerde CHP adına toplantılar düzenleyerek partiye üye toplamışlardı. Söz konusu iddia, Zafer Gazetesi’nin de haberlerine yansımıştı.

***

Yakın tarihin bir diğer karanlık olayı ise 6-7 Eylül pogromu.

Basında çıkan ve Atatürk'ün Yunanistan’daki doğduğu evin bombalandığını iddia eden haberlerin tetiklediği olaylarda, İstanbul'da yaşayan Rum azınlığa karşı, 6-7 Eylül 1955'te organize toplu saldırılar düzenlenmişti.

6 Eylül’de başlayan ve 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu beş binden fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp yağmalandı. İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi. Olaylarda kimi kaynaklara göre 11, bazılarına göre ise 15 kişi öldü.

1971 yılında Özel Harp Dairesi Başkanı olan Sabri Yirmibeşoğlu, katıldığı bir canlı yayında 6-7 Eylül olayları için “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” İfadelerini kullanmıştı.

Peki ya, 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinde yürütülen sağ-sol kavgalarında, karşıt görüşlü isimlerin “aynı silahla” öldürüldüğünü söylesek?..

Bu örnekler, çok da uzak olmayan bir geçmişte yaşanmış olaylar.

Şahitlerinin, faillerinin çoğu öte aleme göçtü gitti zaten.

Biraz daha yakına gelelim.

***

28 Şubat…

Merhum Necmettin Erbakan’ın 1995 seçimlerinden birinci olarak çıkması, Türkiye’deki “zinde güçleri” harekete geçirdi.

Dönemin iki önemli siyasi figürü Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller, Erbakan’la koalisyon kurmaması için yoğun baskı gördü.

Çiller ve Yılmaz’ın kısa süreli Ana-Yol iktidarının dağılmasıyla birlikte Türkiye, 28 Haziran 1996'da kurulan Refah-Yol’la tanıştı. Erbakan, başbakan olarak göreve başladı.

Aynı yıl Ankara Kocatepe Camisi’nde düzenlenen Bediüzzaman mevlidi, ilginç bir provokasyona sahne oluyordu.

Kendilerini “Nurcu” olarak tanıtan ve başını Müslüm Gündüz’ün çektiği Aczmendiler, caminin avlusunda zikir çekmiş ve “Şeriat isteriz!” diye bağırmışlardı.

Daha sonra birbiri ardına ilginç tarikatlar türemiş ve Türkiye, Fadime Şahin isimli kadının Müslüm Gündüz ve bir diğer sözde tarikat lideri Ali Kalkancı ile olan ilişkileri ile gündeme gelmişti.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün kâğıt üzerinde kaldığı bu sıkıntılı dönemde bazı milletvekili ve belediye başkanlarının da ifade ve eylemleri; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi askerin fiilî olarak siyasete müdahil olduğu süreçlerden farklı olarak “Ordu’nun siyaseti dizayn ettiği” postmodern darbe sürecine hız vermişti.

Medya her zamanki gibi kamuoyunu yönlendirmiş ve Türkiye’de demokrasi bir kez daha ağır darbe almıştı.

***

Bu süreçleri şunun için yazıyorum...

Perde gerisinde iş gören “derin devlet” dediğimiz kavramın mahiyeti belki daha iyi anlaşılır.

2000’li yıllarda yeniden tek parti iktidarı ile tanışan Türkiye’de elbette ki sular durulmadı.

“Bin yıl sürecek!” iddiasıyla yapılan 28 Şubat’ın etkilerinin henüz devam ettiği yıllarda Türkiye, 27 Nisan 2007’de bu kez “e-muhtıra” kavramı ile tanışıyordu.

Eşi başörtülü bir ismin cumhurbaşkanı olmasını hazmedemeyen laiklik yanlısı kesimin yine medya yoluyla başlattığı kampanya, cumhuriyet mitingleri ile muhalefeti sokağa döktü.

Yazılı kanunların, Anayasa’nın zorlama tevillerle sündürüldüğü süreçte eşi başörtülü bir ismin cumhurbaşkanı olmasını engellemek isteyen hukukçular, 367 garabetini ortaya attı. (Meraklısı araştırıp okuyabilir.)

27 Nisan gecesi Ordu, yayımladığı muhtıra ile cumhuriyet mitinglerinde “Ordu göreve!” çağrısı yapanlara “Buradayız, hazırız!” mesajı vermişti.

Hükûmetin geri adım atmaması ve daha sonra başlayan Balyoz ve Ergenekon davaları ile askerî vesayet geriletildi.

Türkiye bu kez FETÖ gerçeği ile karşı karşıya kaldı.

1980’li yıllarda çıkardığı “Sızıntı” isimli dergi ile misyonunu çok da gizlemeyen Fetullah Gülen, “Son karakol” isimli başyazı ile 12 Eylül Darbesi’ni kutsamıştı.

Derinlerle olan karanlık ilişkisi 1960’ların ilk yıllarında başlayan Gülen; devletin düşman olarak algıladığı tüm cemaat ve tarikatlar ciddi soruşturmalara ve hapis cezalarına tabi tutulurken ne hikmetse bu süreçten yara almak bir yana kitlesini genişleterek çıkıyordu.

28 Şubat döneminde ise “hapse atılma” korkusu yaşayan Gülen, sağlık bahanesiyle soluğu ABD’de almış ve örgütünü buradan idare etmeye başlamıştı.

7 Şubat 2012’de dönemin MİT Başkanı Hakan Fidan’ı gözaltına alma girişimiyle başlayan “demokrasiye müdahale” çabaları, 17/25 Aralık operasyonları ile sürmüştü. 2013’e geldiğimizde ise Taksim Gezi Parkı’nda çevreci gençlerin çadırlarını yakan FETÖ’cü polisler ve devreye giren medya, sözde çevreci hassasiyet üzerinden yeni bir kaos planı yapmıştı.

Nihayetinde FETÖ’yü aklamak için “Bunlar örgütse silahları nerede?” sorularına cevap verircesine Emniyet ve Ordu içinde 40 yıl uyuyan hücrelerini uyandırmış ve 251 sivilin şehit edildiği “15 Temmuz Darbe Girişimi”ni gerçekleştirmişti.

Bitti mi?

***

Türkiye çok özel bir ülke.

Gerek insanı gerek coğrafyası ve klasik deyimle “jeo-politik”, modern ifadeyle “jeo-stratejik” konumu ile dünyada tek olma özelliği taşıyor. İslam coğrafyası ile Batı arasında köprü; Doğu-Batı, Kuzey-Güney arasında köprü…

Nüfusu çeşitli alt unsurlardan oluşan bir üst kimliğe sahip.

Demokrasinin tam anlamıyla işlediği, sorunlarını çözmüş, herkesin kendini ait hissettiği bir Türkiye’nin, “dünyada sözü geçen tek ülke” olacağını söylememe de gerek yok sanırım.

Böyle bir ülkenin de içeriden ve dışarıdan hücuma uğramama şansı da maalesef yok.

Yukarısı yakın ama çok yakın olmayan, uzak ama çok da uzak olmayan bir geçmişten örneklerle dolu.

***

Gelelim bugüne…

29 Aralık Cuma…

Yer Suudi Arabistan.

Konu, Türkiye Süper Lig Şampiyonu ile Türkiye Kupası Şampiyonu arasında oynanacak Süper Kupa.

Aylar öncesinden programı belli olan organizasyona saatler kala Fenerbahçe ve Galatasaray kulüp başkanları bir mesaj verme ihtiyacı hissettiler.

Daha önce dile getirdikleri tüm talepleri Suudi yetkililer tarafından kabul edilen iki ezelî rakip, sahaya Suudilerin siyasi mesaj olarak algıladığı pankartlarla çıkmak istediler.

Burada Suudileri savunuyor değilim, savunmam da.

Nihayetinde iyinin galip, kötünün mağlup olması gereken bir spor müsabakası; iki ülke arasında bir krizi, Türkiye’de ise Arapları, Müslümanları ve mültecileri hedef alan bir provokasyonu da tetikledi.

Günler boyunca dozu ve şiddeti artan nefret dili, 1 Ocak günü Galata’da gerçekleştirilen "Şehitlerimize Rahmet, Filistin'e Destek, İsrail'e Lanet" yürüyüşünde şiddete dönüştü.

İki gün üst üste yaşanan terör saldırısı ile şehit olan 12 Mehmetçik’in anıldığı, PKK terörünün lanetlendiği, İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği soykırımın kınandığı yürüyüşün ardından üniversiteli bir genç, üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı bir bayrağı taşıyan vatandaşa saldırdı.

Gerekçesi ise “Türklüğü korumak” (!)…

“Sen Türk değil misin? Türk bayrağı taşımanı bekliyorum!” demişti saldırgan, yumruğu vurmadan önce.

Ardından “Filistin’i hilafet kurtarır” yazılı bir pankartın 1 Ocak’ta düzenlenen yürüyüşte açıldığı iddia edilse de söz konusu görüntülerin 17 Aralık’ta düzenlenen mitingde açılan bir pankart olduğu anlaşıldı.

Bağlayalım.

Yukarıdaki örneklerle ortaya bir fotoğraf çıkıyor.

50’lerde, CHP ile ilişkili sözde tarikatlar, Atatürk büstlerine saldırır ve “irtica” yaygarası kopartılır.

60’larda, “Ata’mızın evi bombalandı!” gazıyla yüzyıllardır birlikte yaşadığımız bir topluluğa yönelik kitlesel saldırılar düzenlenir.

70’lerde, örgütlü bir şekilde gençler sağ-sol çatışmasına kurban verilir.

90’larda, “irtica” yaygarası yeniden kopartılır.

Aynı yıllarda faili meçhul cinayetlerle toplum korkutulur…

***

Ortaya çıkan fotoğraf, bize bir şey anlatıyor.

Belli odaklar, belli amaçlarla, belli bir plan dâhilinde Türkiye’yi zor durumda bırakmaya çalışıyor ve çalışacak.

Onlar deniyorlar, denemeye devam edecekler.

Peki, bu algı rüzgârına kapılıp kendinden olmayanı aşağılayan kitlelere ne oluyor?

Amaçları ne?

Neyi ispat etmeye çalışıyorlar?

Gençler hatırlamaz ama bir dönem “Türkiye İran olur mu?” tartışması her akşam televizyon ekranlarında konuşulan “en önemli” konuydu.

Konuyu sıcak tutan isimlerin ve partilerin İran bağlantılı olduğunu ve İran’ın ideolojisinden çok da uzak olmadıklarını söylememe gerek yok sanırım.

Heyecan iyidir ama galeyana gelmek kötüdür.

Kitlelerin aklı yoktur ve çabuk manipüle edilebilirler.

Çağın rüzgârına kapılmak çok da iyi bir şey değildir.

Başka bir inanışı, ırkı, anlayışı aşağılayarak oluşturduğunuz kimlik, kimlik değildir.

Zira başkasına göre pozisyon almış ve kimliğinizi “ondan olmamak” üzerine bina etmiş oluyorsunuz.

100 yıldır “kontra” saldırılar yiyoruz.

Mevcut anlayış devam ederse bir 100 yıl daha da yemeye devam edeceğiz.

Pamuk ipliğine bağlı birlik ve dirliğimiz de onulmaz bir şekilde zarar görmeye devam edecek ki bence artık kopma noktasına geldi.

2024 yılında hâlâ “Kürt sorunu”, “Alevi açılımı”, “ırk ayrımı” üzerine bina edilmiş sözde ideolojilerin, dünyadaki örnekleriyle paralel bir şekilde yaşadığı yükseliş; dönülmez yolda olduğumuzun işareti.

Geç olmadan…