“Ben, kapıları her tecessüse, her muhabbete ve her tecavüze açık bir genelevim.”
Cemil Meriç’e ait yukarıdaki cümleyi üniversite yıllığıma yazdığımda, birçok arkadaş utanmış ve benden utanç duymuştu. Hatta aralarında, aileleri görmesin diye sayfamın üzerine siyah bir şerit geçirmeyi düşünenler bile vardı. Gerçi yer bir ilahiyat fakültesiydi ve ilahi yatışın formasyon merkeziydi.
Vurun abalıya kabilinden herkesin ilahiyata/ilahiyatçılara çaktığı bir zamanda bu hicve gerek yok denilecekse de, var efendim var. Hem de sağlam hicivlere ihtiyaç var. Bilhassa da içerden, en içerden.
Bir ilahiyatçı olarak içerden konuşuyor ve Türkiye’nin içinden geçtiği cerbezeli dönemin faturasını biraz da ilahiyatçılara kesiyorum.
Şöyle böyle hicvedilecek birçok tarafı olsa da, öldürmeyelim ve yiğidin hakkını verelim. İlahiyatlar, tartışmalı birçok özelliği yanında tartışılmayacak bazı değerlere sahiptir. -En azından ben öyle gördüm- Onlardan biri, entelektüel yönden müthiş bir açıklığa imkan vermesidir. Kendini geliştirecek ve farklı alanlarda boy gösterecek kişilerin önünde engeller yerine imkanları yükseltmesidir. Bu açıklık ve imkanlar sayesindedir ki, Heiddegger’den İbn Arabi’ye, Nietzsche’den Mevlana’ya, Tagore’dan Muhammed İkbal’e, İsmet Özel’den Nazım Hikmet’e, Sezai Karakoç’tan Derrida’ya, hatta Bakunin’den Ionesco’ya kadar türlü isimle karşılarsınız. Dinin derdi hakikat olduğu, hakikat de kompleksiz olunduğu için, bu isimlere a priori kabuller yerine John Locke’ın “Tabula rasa”sıyla yaklaşırsınız ilahiyatta. Bu yaklaşım da, özünüzün gürleşmesini, bakışınızın keskinleşmesini ve şuurunuzun uyanıklaşmasını sağlar. Artık tekamülün basamakları önünüzde açıktır ve size, teker teker, çifter çifter çıkmak kalır.
İlahiyatın bana sunduğu ortamda karşıma çıkan ve beni derinden sarsarak yol haritamın odak noktasını oluşturan kişiler olmuştur. Bu kişilerin başında Cemi Meriç gelir.
Cemil Meriç’le tanışmam aslında ironiktir. Hikaye, bir dostumun aldığı Jurnal-1’i okuyup beğenmemesi ve bana hediye etmesiyle başlamıştır. İronik olan kısmı ise, kitabın başına yazdığı satırlardır:
“Sözü işitip en güzeline uymanı, Allah’ın doğru yola ilettiği kullardan olmanı, Ûlu’l- el’Bab’dan olabilmeni dilerim. Bunların bu kitapla pek alakası yok ama, neyse…”
Hem iyi niyetleri hem de sağlam bir ironiyi barındıran bu cümlelerle başladı Cemil Meriç’le dostluğum. Doğru dürüst kitap okumamış biri olarak başladı Meriç’le aşkımız.
Dostum büyük bir yanılgıya düşmüştü yazdıklarıyla. Çünkü bu kitapla alakası yok dediği her şey, bu kitabın omurgasıydı, hülasasıydı.
Uzun sürdü Jurnal’i okumak. Okumak ne kelime bir cenkti bu kitabı okumak. Dört ayımı aldı. Dört ay savaştım kelimelerle, kelimeler için. “Kamus namustur” deyince Meriç, bilendim kelimelere, “Şairler kelimelerin imparatorlarıdır” deyince daha da fazla. Hele hele, Kur’an’dan “Muallaka’ı Seb’a şairlerini dize getiren nesir” diye bahsedince hepten musallat oldum kelimelere. Kelimelerle yatıp kelimelerle kalktım dört ay. Kelimelerin gücünü onda gördüm, onunla gördüm. Ondan sonra daha iyi anladım “sözde sihir etkisi vardır ve bu etkiyi kullanın” diyen Efendimiz’i (s.a.v.). “Önce kelam vardı” diyerek başlayan İncil’i. “Kalem’e yemin eden” Kur’an-ı Kerim’i. Kelimelerle kaderi bir olan insanı. İnsan denen ve olma halini ifade eden silsile-i tekamül sahnesini.
Jurnal’den sonra Bu Ülke, Bu Ülke’den sonra Sosyoloji Notları ve Konferanslar, Ümrandan Uygarlığa, Saint Simon, Bir Facianın Hikayesi, Kırk Ambar ve dahası. Cemil Meriç’i okudukça kanacakken susuzluğum daha da artıyordu. Diyardan diyara, fikirden fikire at koşturuyorduk onunla. Bazen kılıçla, bazen de kalemle köprüler kuruyorduk maziden İstikbale. Sevgi oluyordu bu köprünün taşları. Aşk oluyordu. En çok da fikir oluyordu. Çünkü adanmıştık Türk irfanına. Fikir işçisiydik mütecessis ruhlarla. Başkalığa, yalnızlığa ve Absürdite’ye dayanmak elmastan bir yürek işiydi ve yazılıydık buna. Çelik gibi bilekler namzediydik, hazırdık kavgaya. Bir İbn Haldun oluyorduk semasında tek yıldız, bir Vico. Bir Sartre oluyorduk bulantının içinde, bir dehasının fecri karşısında asrının el pençe durmadığı Rousseau. Marx’tan Mevlana’ya dolaşıyorduk. Çünkü arıyorduk. Aramakla bulunmayanı. Karar vermekle işimiz yoktu. İnecek bir durak ve sığınılacak bir liman aramıyorduk. Taşkın bir nehirdik biz, ummanlara göz kırpıyorduk.
Böyle böyle dolandım durdum Meriç’in dünyasında. Sonsuzluğun resmini kelimelerle çizdiği dünyasında.
Cemil Meriç’in bir insana kazandıracağı en yüksek keyfiyet, felsefenin açılımı philo-sophia, yani “bilgelik sevgisidir.” Biz ona “hakikat aşkı” da deriz. Ondaki gerçeğe ulaşma arzusu sınır tanımaz. Bu sınır tanımazlık düşünceyi sağ ve sol gibi kavramların içine hapsetmesine engel olur. Düşüncelere pranga vurmadığı gibi vurulacağına da inanmaz. Nereden gelirse gelsin alır hakikati. Renk, ideoloji ya da sınıf ayrımı gözetmez. Onun bu idealist hali bana, Hz. Muhammed’in (s.a.v.), “Hikmet Mü’minin yitiğidir ve onu nerede bulursa almalıdır” sözünü hatırlatır hep. Bu uğurda yanyana gelemez denilen isimler birlik olur onun satırlarında. Hepsi Adem’e (a.s.) secde eder huzurunda. Ne kadar kavga da etse fikirler, onun ellerinde kardeş olurlar. Basamak olup birbirini yükseltirler. Bir Olemp olur fikirler, bir Cebel-i Nur. Bir Avestalar söyler şarkıyı, bir Vedalar.Zeytin Dağı’yla İncir Ağacı aynı anda vaaz eder. İşaya da ses verir, Penelope de. Engin bir denizdir onda kelimeler. Bitmeyen bir senfoninin notalarıdır.
Üslubuna aşina olamayanlar kaldıramaz Cemil Meriç’i. Derdine yoldaş olamayanlar anlamaz. Bir kısım çok sever ama anlamaz. Bir kısım hiç sevmez, onlar da anlamaz. Obskürantizme saplanmış hakikat tekelleri ise hiç anlamaz.
Farkındadır bunun hazret ve yakınır durur satır aralarında. Zaten ne sağcılara yaranabilir, ne solculara. Halbuki sağ ve sol yoktur der. Beni anlamaya buradan başlayın der. Ama nafile. Herkes heybesinde getirdikleriyle okur Cemil Meriç’i. Herkes anlamak istediklerini söyletir Meriç’e. Eğer bağdaşmaz ve yalanlarsa Meriç onları, inkâr ederler. Hatta infaz. Halbuki inkâr olsa da infaz yoktur lügatında. İnfazı öğretmez kimselere. İhyayı öğretir. Sevgiyi, sevmeyi öğretir. Yok etmeyi değil, var olmayı, var kılmayı öğretir. Okumayı öğretir. Okuma uğrunda her şeyden vazgeçecek kadar fedakârlığı öğretir. Her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmeyi göze alan cedleri öğretir. İspanyol kervansaraylarından Hint saraylarına hakikatin tüm renklerine saygıyı öğretir.
Cemil Meriç’i anlatmaya kelimelerim yetmez dostlar. Ve bu bir abartı değildir. Bu, fikre, aşka ve imana vefayla yaklaşmış bir fikir savaşçısına vefadır. Onu saygı, hürmet ve kelamın en güzeliyle anmaktır. Zira, yeryüzünde kaç insan vardır, ölmeden önceki son cümlesi, “Muhammed, sevgilimdir” olan?
*Dostum ibaresine takılanlar varsa onlar için bir dipnot. Cemil Meriç çağdaşı olsun veya olmasın hakikatin amansız mücahitlerine dostum diye seslenmiştir. Mesela, hiç görmediği ve tanışmadığı halde Ali Şeriati için son dostlarımdan ifadesini kullanmıştır. Ben de hiç görmedim ve tanışmadım ama tanıyorum onu. Arkamı kollayan bir arkadaş ve yolumu gözleyen bir dost gibi, bir dost kadar.