Ehl-i Sünnet akidesini koruyup kollamak ve onu, dokunanı paramparça edici bir zırh gibi milli şuurumuza giydirmek en ulvi gayemiz olmalı. Fakat gündelik politika bizi öyle bir noktaya getirdi ki; fert fert -haşa- müçtehitlerini ilan etmiş bir kesim, hakikat için ağzını açan herkesi ihanetle suçluyor. Süzme cahillerin vatan sevgisi, sırat-ı müstakim’den nasibi olanların vatan sevgisini saf dışı bırakıyor. Ve bu itiş, geniş kadrajda, mukaddesatımıza; din ve toprak birliğimize göz koyan küffar güruhunun işine geliyor. Zira dinin (ehli sünnet) bulanıklaşması devletin çöküşünü; devletin çöküşü de dine halel gelmesini tetikler.Küffar, asırlardır planlarını bu denkleme göre tasarlar…
Malum, DİB meselesi, gelip giden başkanlar tartışılıp duruyor. Öncelikle nasıl bir fitnede boğulduğumuzu anlamak için şunları idrak etmek lazım:
Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kuruluşu, Cumhuriyet devrimi sonrası bu halka vurulmuş en şiddetli ve etkisi en derin darbelerdendir. Nitekim kuruluşundaki amaç da; inkılaplar sonrası dayatılan sekülerist yaşam biçimiyle fıtraten özdeşleşemeyecek ideal Anadolu tipini yumuşatmak, rejime ve sisteme yapılacak haklı isyanları işlevsizleştirmekti. Ki bunu zamanın Diyanet İşleri Reisleri de açıkça itiraf etmişlerdir. Fetvalar rejimle zıtlaşmayacak cinsten veriliyor, dini eserlerde Cemaleddin Efgani, M. Abduh gibi İngiliz/Yahudi zıpçıktısı münafıklar esas alınıyordu… (Bu facia günümüzde de sürmektedir.)
Uzun yıllar DİB eleştirilemedi bu ülkede. Düşünün mesela, Kenan Evren döneminde namaz ve (oruç için) imsak vakitleriyle oynandı, müminlerin vebaline girildi; bu vakıa bile muhafazakâr mahalle baskısından çekinildiği için çok konuşulamadı. Eğitim müfredatına bâtıl mezhepler eklendi, dupduru zihinler ilim irfan kisvesi altında zehirlendi. Zaten bir noktadan sonra da devreye FETÖ girdi. “Dinler Arası Diyalog ve Hoşgörü’’ kılıfıyla Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ile zerre bağdaşmayan yeni bir din telakkisi öne sürüldü. Cenab-ı Hakk’ın hükümlerine karşı çıkıldı, Sünnet-i Seniyye iftiralara duçar oldu, nice allameler hor görüldü. Ilımlı İslam safsatalarıyla geniş kitlelerin imanına tecavüz edildi…
Bilmeyenin güveneceği, bilenin sığınacağı bir kaynak olması gereken DİB, şer olanın kıymetlendirildiği abes bir bürokrasi kurumu haline geldi. Üstelik DİB halen, toplumumuzdaki öğrenilmiş alışkanlıkların etkisiyle en çok ‘’sözü dinlenen’’ din kürsüsü konumunda…
Mademki iç işleyişi bozuk bir müesseseden söz ediyoruz ve bunu onaracak bir yetkiye de sahip değiliz; o zaman “değişim tepeden başlar’’ düsturuyla, ilk etapta müessesenin başına getirilenleri irdelememiz, tartışmamız gerekiyor. Bu, devlet ricaline ve vatandaşa hizmettir…
Mesela benim tahayyülümde; yazdığı 11 kitabın 5’i Hıristiyan dini ve kültürüyle ilgili olan, makalelerinde Fethullah Gülen’in yaygınlaştırdığı “ortak semavî din’’ sahtekârlığını öven, hatta bu husustaki Vatikan toplantılarına katılan, reformacı, 4 hak mezhebin müşerref imamlarını yalancılıkla itham eden bir Diyanet Reisi tipi yok!
Ben; İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Halid-i Bağdadi, Abdülhalık Goncduvani, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Birgivi, İmam-ı Taberani, Seyyid Abdülhakim Arvasi (rahimehümullahü teâlâ) ve ismini zikredemediğim -büyüklüğü, kıymeti tartışılamaz- nice mürşid-i kâmilin, ulemanın yolundan giden; o büyük cevherleri esas alan, nakilde yalnızca sünnet ehlinin izini süren bir Diyanet Reisi tipi arzuluyorum.
Bu ülkenin bir evladı olarak çok mu şey istiyorum?