Nereden mi bahsediyorum?
Elbette ki hayatımızın her nokrasını saran dijital ağlardan bahsediyorum.
İnsanın bedenini ya da enerjisini sömüren kapitalizmin ya da totaliter rejimlerin yerini alan ve bilgiyi, enformasyonu sömüren deformasyon rejiminden bahsediyorum.
Jeremy Bentham tarafından tasarlanan ve onun 1971’de “en kaba adam” olarak seçilmesine sebep olan bu hapishane modeli (panoptikon) Michel Foucault tarafından “disiplin rejimi”ni anlatmak için kullanıldı.
Bu modelde mahkûmlar, göremedikleri bir yönetici tarafından hücrelerinde sürekli izlendiklerini düşünüyorlardı.
Şimdi bu izlemenin artık dijital ağlarda gerçekleştiğini ve diğer modelin aksine mahkûmlarının, kendilerini özgür hissettikleri bir hapishane modeli olarak ortaya çıktığını ifade etmek gerekiyor.
Dijital ağları yönetenlerin gerçekte kimler olduğu bilinmediği gibi, bu ağlardaki bilgileri hangi amaçlarla kullandıkları da kocaman bir muammadır.
Dijital ağlarda oluşturulan profillerle kendilerini saygın zannedenler, sistem yöneticileri tarafından şeffaf olmaya çağırılmakta ve her şeylerini gönüllü olarak sergilemeleri teşvik edilmektedir.
İnsanlar, kapılarını içerden kapatmaları halinde bile artık evlerinde korunaklı olamadıkları bu çağda, ellerindeki ve evlerindeki her dijital araçla ağlara bağlı kalmakta ve her türlü saldırıya ve gözetlemeye tabi tutulmaktadır.
Her türlü mahremiyetin bütün duvarlarının aşıldığı bir zeminde, insanın en gizli halleri bile artık takip altındadır.
Bankalardan her türlü parasal hareketleri izlenen insanlar, evlerinde kullandıkları robotik süpürgelerle de evlerinin krokisini gönüllü olarak paylaşıma açıyorlar artık.
Dijital hapishanenin kontrolünü elinde bulunduranlar, insanın bedeniyle değil psikolojisiyle ilgilidirler.
Psikopolitik yaklaşımlarla ruhları ele geçirilen, çok sofistike iletişim araçlarıyla baştan çıkarılan insanlar, çaresiz birer kurbana dönüşürler dijital hapishanede.
Bu hapishanenin gardiyanları, mahkûmlarından uysallık beklemezler.
Tam aksine kışkırtılmış bir kişilik çok daha makbuldür onlar için.
Zira cesurca teşhir etme fiili ancak bu zeminde tecelli eder.
Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han, George Orwell’in Big Brother’ının bile çok “masum” kaldığı bu sömürücü izleme faaliyetinin, ‘gözetleme-özgürlük’ momentinde en kesif noktaya vardığını söylüyor.
Dijital ağların vitrini olan sosyal medya şeffaf olduğunu iddia etse de aslında karanlık odalarında nelerin döndüğü belli olmayan bir dijital hapishaneden bahsediyoruz.
Bu noktada, şeffaflığın kendisi şeffaf değildir zira.
Siyaset felsefesinin önemli isimlerinden biri olan Carl Schimitt, ilk egemenlik önermesinde şöyle diyordu: “Olağanüstü hale karar veren egemendir.”
Daha sonra uydular çağında televizyon ve radyo frekansları ortaya çıkınca şöyle tashih etmişti bu önermeyi: “Uzaydaki dalgaların kullanımına karar veren kişi egemendir.”
Haklı olarak Byung-Chul Han: “Eğer Schmitt önermesini tekrar tashih etmek isteseydi, ağ üzerindeki enformasyona karar veren kişi egemendir diyecekti” diyerek gelinen noktada enfokrasinin ne denli bir güce ulaştığını vurgulamak istiyor.
Kurmaca ile gerçek arasındaki farkın neredeyse belirsiz hale geldiği bu bilgi rejiminde medyakrasi, bir tiyatrokrasi işlevi de görür ve aktörlerini siyasetin sahnesine taşır.
Özelikle yeni medya araçları sayesinde, “başarıdan ziyade artistik kabiliyet”i yüksek tiplerin dünya siyasetinde ve ülkemizde arzıendam etmelerinin temel nedeni de budur.
Ronald Reagan’ı bir aktör olarak başkanlığa taşıyan nasıl ki tiyatrokrasi idiyse Trump’ı da aynı etki başkanlığa taşımıştır.
İBB başkanını siyasete taşıyan saik de aynı olmadı mı ülkemizde?
Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’i de aynı koşulların iktidar yaptığını unutmayalım.
Gönüllü olarak bıraktığımız dijital izler sebebiyle her anımızın ve her halimizin fotoğrafını çeken karanlık odadakiler, sadece bilgiyi sömürmüyorlar; gönüllü olarak seferber ettiğimiz bilgilerle hükmettikleri psikolojimizi, bir politik araç olarak da kullanıyorlar.
Özgür olduklarını zannedenler, maruz kaldıkları dijital enformasyonla ne derece endoktrine olduklarının farkında bile değiller.
Televizyonun ifadeleri fragmanlaştırdığı bu çağda, baştan çıkarıcı en iyi tek cümlelik mesajlara ödül verileceği günler gerçekten yakındır.
Gerçekte ne anlattığını anlayan olmasa da söz, sözdür değil mi?