Hava sıcak. İstanbul’da 30 dereceleri buldu. Evlerin içi hamam gibi. Sokaklar ağzına kadar dolu. Maske ile dolaşmak zor. Normalde güçlükle nefes alınabiliyor. Hele bir de maske…
İnsanlar kaygılı. Herkes birbirini kolluyor. Karşısındakine sarmak için fırsat bekliyor: “Maskesiz girilmez”, “maskeni düzgün tak”, “yüzüme yüzüme öksürme”, “sosyal mesafeye dikkat et”…
Bugüne kadar hiçbir tahrikin etkilemediği insanlar bile ‘çakmağı çak, uçur havaya’ noktasına gelmiş.
İlk başlarda alınan çok sıkı önlemlerle, devlet, büyük bir felaketi önledi. Sürü bağışıklığı, çoğul bulaştırma gibi riskleri savuşturdu. Sağlık yatırımlarının bu süreci atlatmadaki başarısı görüldü.
Ama bir yere kadar…
Devlet dediğimiz mekanizma kendi kendini var etmez. Bir sistemler bütünüdür. Ekonomisi, sosyal hayatı, büyük işvereni, küçük esnafı, ailesi, iç ve dış sorunları filan olan devasa bir yapı…
Bu sıkı tedbirler sonsuza kadar süremezdi, sürmedi de…
İntibak sürecinde gerekli önlemlerin ve derslerin alındığı varsayıldı ve yavaş yavaş normal hayata geçildi. Fakat bu süreçte, hastalık ve ölüm oranları neredeyse bir ay öncesine döndü.
Sonucun suçlusu olarak devleti gösterip parmak sallayan azılı bir muhalif grup var.
Günlük vaka sayısı düşmedi diyerek avucunun içini kaşıyıp buradan rant devşirmeye çalışan bir güruh.
Bir de “vatandaş üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiyor” diyerek millete parmak sallayan kalabalık…
Aslında herkes kendi zaviyesinden haklı: Muhalif oy peşinde. “Sistem çöksün. Daha çok insan ölsün. Buradan bir rant elde edeyim. Gelecek seçimi garantiye alayım” düşüncesinde.
Azılı grup, ne yaparsan yap iflah olmayan bir kesim.
Devlet de haklı… Çünkü yapıp ettiği onca şeye, aldığı bütün tedbirlere rağmen, “ay çok sıcak, nefes alamıyorum, bu maske de nerden çıktı canım”cılarla baş edemiyor.
Haberlerde izliyoruz: Sahiller üst üste insan yığını. Toplu taşıma araçlarını sıksan ter akacak kadar dolu. Sokaklarda insanlar cuma safı gibi omuz omuza. Parklarda mangal partileri gırla. Asker uğurlama şölenlerinden yarım adım bile geri atmak yok. “Sadece ben maske takınca mı virüs bitecek” diyen yüz binlerce sivil itaatsiz yüzünden vaka ve ölü sayıları bir türlü düşmüyor.
Yeniden sert tedbirlere dönülmesi ülkeyi nasıl bir çıkmaza sokacak tahmin etmek zor değil.
Bilim insanları ekran ekran gezip açıklama yapıyor: Henüz ‘ikinci dalga’yı görmedik. Bütün dünya daha ilk dalgayı atlatmaya çalışıyor. Ülkeler ‘O’ vaka sayısını görene kadar süreç birinci dalgadır. Herkes otokontrol sistemiyle mücadelesini sürdürecek. Sıcakların artması bir şey değiştirmez çünkü pandeminin mevsimi olmaz. Hastalık belirtisi göstermeyenler de virüsü bulaştırabilir. Yüzde 90 solunum, yüzde 10 ortamda bulaşıyor. Henüz bu virüsün bir ilacı veya aşısı bulunamadı. Bulunsa bile bütün dünya için üretilmesi ve dağıtılması bile çok zaman alacak…
Bütün bu uyarılar içinde en önemlisi…
“SARS sekiz ayda, MERS bir yılda mutasyona uğradı. Kovid-19 da mutasyona uğrayacak ama deprem gibi ne zaman olacağını bilemeyiz. Daha da önemlisi gayret artık devletin değil. İnsanlarımız uyarıları takmaz ve işin ciddiyetinden uzaklaşırsa hiçbir devlet bu bela ile baş edemez!”
Mesele çok basit aslında…
Çağın vebası olarak tarif edilen koronavirüsü salgınında henüz yolun başında sayılırız. Dünya çaresiz. Dünyanın çaresiz olduğu bir durumda, tıpkı AIDS salgını sırasında yaptığımız gibi…
“Aga, biz Türküz bize bir şey olmaz” diyerek işi dalgaya alamayız.
Buna hakkımız yok. Hatta bu gevşeklik kul hakkını da ihlal anlamına gelir.
Eğer böyle bir dalga sarmalına girersek…
İşte o zaman korktuğumuz şey olur…
“İkinci dalga” denizinde boğuluruz.
Aman diyelim…
Aman…