Denizde hava kabarcıkları büyüdü. Gemicilerin pusulalarında “ani sapmalar” oldu. Kaptan panelindeki mıknatıs bulunduğu yerden attı kendini, yere düştü. O esnada anakaradaki hayvanlar, sıra dışı davranışlar sergiliyordu. Sudaki hava kabarcıkları gibi martılar da gökyüzünde çember çizerek uçuyordu. Denizden karaya doğru hareket eden kuşlar, evlerin çatılarında kümeleniyor… Ağlama gibi bir ses, köpeklerden sokaklara dağılıyordu. Tabiatta “tam bir sessizlik” hâkimdi. İnsanlar, az sonra yaşanacaklarından habersizdi; ancak tabiattaki diğer canlılar ise sanki, her şeyin farkındaymış gibiydi.
*
Önce bir ‘uğultu’ yayıldı etrafa… Marmara Denizi’ndeki fay dümdüz, hat dışındaki su yüzeyinde ise kabarcıklar yayılıyordu. Ardından büyük bir ‘gürültü’ koptu. Birkaç saniyelik sarsıntı ile nice ömürler, ömürlük birikimler yerle bir oldu.
*
Bugünlerde Denizli, Aydın, İzmir’de; son bir ayda Diyarbakır, Elazığ, Maraş, Edirne, Çanakkale, Afyon’da toprak homurtuları hissedildi. Ege Denizi ile Akdeniz’de de suyun öfkesi kabardı. Doğu’dan Batı’ya Kuzey’den Güney’e kadar hassas kırılmalar üzerindeki Türkiye’nin bütün köşelerinde “ölüm” fay boşluğu kovalıyor.
*
20 yıl önce bugün, gece 3,20’de 45 saniye süren deprem, Kocaeli, Yalova, Sakarya ve İstanbul-Avcılar’da taş taş üstünde bırakmamıştı. Tarihin en uzun 45 saniyesi bittiğinde koca yapılar kâğıt gibi devrildi. Sonrası daha fenaydı. Resmî kayıtlara göre; 17 bin 500 kişi hayatından oldu, 24 bin kişi yaralandı, sakat kaldı. Enkaz altındaki ölülerin kesif kokusu, kentleri teslim aldı.
*
Bunlardan biriydi betonların altında sesi titreyerek “Anne anne” diye ağlayan kız çocuğu…
2,5 yaşında olmasına rağmen hiç ağlamayan olgunluk numunesi bebeğin, o gün eve girmemek için kendini yırtarcasına ağlaması da başkasıydı mesela… O geceye özel annesinin yanında yatmak için kendini parçalaması, o güne kadar 7 yaşındaki abisinin olan yeri sahiplenmesi ve böylece annesi ile sonsuzluğa uyuması…
Ya da abisi ile aynı çek-yatta uyuyan, fakat abisinin ölmesine rağmen kendisi kurtulan delikanlı örneğin… Bir trilyon değerindeki kuyumcu dükkânı su altında kalan esnafın dalgıç ile haftalarca denizde sermayesini araması…
Depremde evini, ailesini kaybeden iki komşu çocuğunun yapayalnız bir konteyner içinde lise sınavlarına hazırlanması, birinin Robert Kolej’i diğerinin Galatasaray Lisesi’ni kazanması…
Emekli bir öğretmenin enkaz üzerinde “Dün meslek hayatımızın semeresi dört katlı binamız vardı, kiralarımız vardı, bugün hiçbir şeyimiz yok” diye gözyaşı dökmesi…
Deprem böyledir; adildir, şahı da fakir olanı aynı haşmet ile vurur.
Birçok ülkede insanlar ellerinde sandıklarla, “Türkiye için” kendi vatandaşlarından bağış topluyordu. Yabancı hakemler ve rakip futbolcular kafilemize müracaat edip, “Biz de siyah bant takmak istiyoruz” diyor, dediklerini yapıyorlardı. Tâ Kuzey kutbunda bir sahada, Portekizli pala bıyık bir hakem, ya da Finlandiyalı sapsarı bir stoper, Değirmendere’de toprak altında kalmış insanlar için saygı duruşunda bulunuyordu. Bütün bunlar, 1999’un dokunaklı hatıraları…
*
Deprem sonrası felaketlerin ağır bilançosunda çok kimsenin vebali var. Kumdan binalara izin verenlerin, denetlemeyenlerin, yapanların… Bütün bu ihmâller silsilesi domino etkisiyle insanların üzerine yıkıldı, zemin insanların altından çekildi.
Bizim toprakların gördüğü en büyük deprem ise 1509’da kayıtlara geçti. 11 Eylül’de başlayan sarsıntılar, aralıklar ile 1,5 ay kadar sürdü. İstanbul ve Marmara’nın gördüğü felakete “küçük kıyamet” denildi. Bin 75 ev, Yedikule, İshakpaşa, Eğrikapı’daki surlar yıkıldı. Fatih Külliyesi, saraylar, imparatorluğu çevreleyen surlar zarar gördü. Ancak Osmanlı Türkiye’si, Cumhuriyet Türkiye’sine göre; kolay toparlanmıştı.
*
Marmara Depremi’nin ertesinde dilsizdi çocuklar, uzun zaman sonra travmayı atlatarak resmini çizmeye başladılar; şimdilerde ise şakasını yapıyorlar. Belki de 1999’u unuttuk; ama ölüm Türkiye’nin köşelerinde yine fay boşluğu kovalıyor.
Oğlunu, annesini, babasını Yalova’da kaybetmiş bir meslek büyüğünün sözleri ile bitirelim:
“Büyük travmalar yaşamamış insanlar zamanla bazı şeylerin izinin kalmaması gerektiğini sanıyorlar. ‘Aradan bilmem kaç yıl geçmiş, artık bazı şeylerin bir anlamı kalmamış olması gerek’ diye düşünüyorlar. Bazen en yakınındaki insan en anlayışsız ve en acımasız davranan olabiliyor. Oysa zaman bazen hiçbir şeyi çözmüyor.”