Bir millete ‘millet’ diyebilmek için gerekli olan en önemli şey nedir diye sorsak…

“Dil birliği, fikir birliği, dilek birliği” gibi cevaplar verirsiniz hemen…

Fikir birliğimiz var mı?

Dilek birliğimiz?

Ya dil birliğimiz?

Ujak devrimi ve sonrasında, “büyük Türk Önderinin yalabık izinde” ve onun erimiyle bir zamanlar etingü işler yapan ulu cankıların bilişiyle Türkçe hiç olmadığı kadar iğdiş edilmişti. Bir kesim o günleri öğdü ile ansıyor!

Yunus’u, Mevlana’yı, Karacaoğlan’ı böyle okuduğunuzu bir düşünün…

Bu milleti oluşturan farklı grupların farklı dil ve lehçelerine rağmen bir dil birliği sağlanmıştı fakat Cumhuriyet döneminden itibaren Türkçe üzerinde o kadar çok ameliyat yapıldı ki…

Bir zamanlar 300 kelimeyle konuşup yazıyoruz diye övünebilirken bugün günlük konuşma dili 80 kelimeye düşmüş kimsenin umurunda değil. Dahası bu kelimelerin yarısına yakını sosyal/dijital medya dili…

Konfüçyüs’ün galat olmuş meşhur sözüdür: “Bir milleti yok etmek istiyorsanız önce dilinden başlayın…”

Yahya Kemal, “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir” der.

Dili öğrenmiyoruz, dolayısıyla öğretemiyoruz. Anne-babanın böyle bir hassasiyeti yok. Öğretmenin böyle bir dikkati yok. Dolayısıyla çocukları ve gençleri ya sokağa bırakıyoruz veya sosyal medya dediğimiz uçsuz-bucaksız deryaya…

Yusuf Has Hacib “Kişide dilince değişir kader/Ya yurda baş olur, ya başı gider”; Yunus Emre “Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz/Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz/Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı/Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz” derken farklı bir dertten mi söz ediyor sizce?

Peygamberimiz “Sözde sihir vardır” derken hangi “tanklançığ”, hangi “biliğ”i kastediyordu acaba?

“Türkçe’yi sal’a bindirdik, ‘sel’e bıraktık”…

Şimdi lâl nesiller yetiştiriyoruz. Tıpkı iki yaşındaki bebeğin gerginliğini yaşıyor gençlerimiz. O da meramını anlatmak istiyor ama lisanı müsait değil…

Türkçe, dil varlığı açısından en zengin dillerin başında geliyor. TDK sözlüğüne göre 125 binin üzerinde kelimemiz var. Fakat dünya üzerinde Türkçe konuşan 250 milyondan fazla insan dikkate alındığında kelime sayısının 1 milyonun üzerine çıkabileceği düşünülebilir.

Hâlâ bu ülkede “Efendim, dilimizdeki Arapça, Farsça kelimeleri atalım” diyen bir güruh var. Ve onlar konuşup yazarken Türkçe dışında bütün dillerden aktarılan kelimelerle “Türkçe uy” anlatmaya çalışıyorlar.

Aktüel meseleleri konuşmak için alarm kuruyorlar. Çok sevdikleri aktörün aksanıyla konuşuyorlar. Kafeteryada yiyip-içiyorlar. Pet shopları gezmeyi seviyorlar. Arenada maç izliyorlar. Şirkette CEO iseler mutlaka asistanları var. Arkeolojiye meraklılar. Bisiklete biniyorlar, bisküvi yiyorlar, demokrasiyi savunuyorlar. Diyalog kurmaya kapalılar. Diplomatik bir dil kullanıyorlar. Diyet yapıyorlar, bu konuda çok disiplinliler. Analitik düşünüyorlar. Ateistlere kızıyorlar ama kendilerini deist olarak tanımlıyorlar. Sık sık brifing alıyorlar…

Ne güzel değil mi?

“Akşam-ı şerifleriniz hayrolsun”dan “iyi akşamlar”a…

“Hayırlı akşamlar”dan “hey… hav ar yu”ya dönüşen bir dilden söz ediyoruz.

“Gelişen teknoloji, güncel ihtiyaçlar, sosyal talepler” filan diyeceksiniz…

Deyiniz efendim…

Hatta şu dille de edebiyat ve sanat yapmayı deneyiniz…

“Abi o ne! Karşımda birden görünce çüş felan oldum. Yağni duygu durumum tavan yaptı. Adeta kabardı. Bu iş beni kasar mı felan diye şey ettim. Eğer şey olursa göçerim dedim ama… Bana yürüyor ben de ona yükseldim. Annatabiliyor muyum? Bana concon maamelesi yaptı. Bay çektim. Ben kaçar dedim…”