Son zamanlarda gündemime mutlaka giren bir durumu dile getirmek için bir kaç satırı kayda geçmek diliyorum.

Birbirine kırılan, en küçük söz ile incinen ve hatta restleşip küsen kalplerle kuşatıldığımızı düşünüyorum.

Bir kaç kişinin bir araya gelişinde, gözlere düşen gölgelerin, asılan yüzlerin, kırılgan vedaların şahidi oluyorum.

İki kişinin birbirine kırılması mümkündür elbette. Fakat o kırılan kişilerden biri diğerinin katıldığı toplantıya “O geliyorsa ben yokum.” gibi restleşmelerin ceremesinin toplumsal gücümüzden çaldığını hesaba katınca iki kişinin kırgınlığından fazlasına sebep olduğunu görüyor gerçekten kaygılanıyorum.

Kurumsal organizasyonlardan sivil toplum çalışmalarına, toplu seyahat turlarımızdan, siyasi çalışmalarımıza, düğün derneğimizden, ev toplantılarına kadar sirayet eden bu kırılganlık, gün geçtikçe sari bir hastalık gibi hızla yayılmaya devam ediyor.

Büyükler, hürmet ve saygı beklentisiyle küçüklerden inciniyor. Küçükler, sevgi beklentisiyle her haklarının mahfuz olduğunu düşünüp büyüklerine kırılıyor. Yaşıtlar, ortak müştereklerde buluşmak yerine, kıyas, rekabet ve imtiyaz değerlendirmeleri ile “ben” merkezli bir zırha bürünerek ya bağ kurmuyor yahut kurduğu bağı tehdit olarak gördüğünden incinmeye teşne, küsmelerin eşiğinde duruyor.

Hatta daha da kötüsü, bu hastalığa mahal verecek virüs büyülerden çocuklarımıza geçerek gelecek neslin toplumsal duruşunu, birlik ve beraberlik algımızın sağlığını tehdit edecek nitelikte tehlike barındırıyor.

Çocuklar, incinme riskini hesap edip yeni arkadaşlar edinmiyor. Yeni tanıştıkları ve yan yana durmak zorunda kaldıkları ortamlarda, içine kapanık, suskun ve kopuk bir rolü bile isteye üstleniyor ve bunun gerekçesini sorduğumda aldığım cevap “en sevdiğim arkadaşım bile beni incitirken, yeni birinin bana zarar verme ihtimalini göze alamam” şeklinde oluyor. Bu cümleyi kuran 16 yaşında bir genç kız olunca, içimde bir yerlerde geleceğimizle ilgili büyüttüğüm tüm umutlar dalından kopar gibi oluyor.

“Kocaman kalbiniz olmalı, birbirimizi sevmeyi ibadetten saymalı, bizi kırana kırılmak yerine onu onarmalı, böyle böyle çoğalmalı” dediğimde, çocukların masum bakışlarına endişeli bir bulut çörekleniyor ve “çoğalmak mutsuz olmak demek” diyorlar…

Ve günbegün kırılarak, koparak, parçalanarak yol alacağımızın sinyalleri kalbimi, aklımı kuşattıkça huzurum kaçıyor…

Neden çabucak kırılır olduk? Neden kırılma riski gözümüzde bu kadar büyüyor da kabuğumuza çekilmeyi çözümden sayıyoruz? Neden sevginin bağışlayıcı etkisini değil de, yargılayıcı tesirine yenik düştük?

Sevmek bir tahsilat aracı mıdır ki, sevdiklerimizin tutum, davranış ve ikramlarının çetelesini tutar olduk? Bırakın direk bir söz, bir sesten incinmeyi, sevdiğimiz birinin, bir başkasına aldığı hediye ile kendimize verileni kıyaslayarak bile kırılıyor olmamızın nasıl bir izahı olabilir ki?

Bunca çabuk kırılmalarımızın sebebi ne ola ki? Camdan bir kalp taşıdığımız için mi? Yoksa jilet kadar keskin, sırça kadar ince bir enaniyete sahip olduğumuz için mi!?

Akıl şüphecidir, sorgular. Tamam. Fakat kalp bağışlamayı bilir, neye baksa güzel görme, değilse güzelleştirme yetisine sahiptir. Nefis ise akli ve kalbi tüm yetilerin üzerine çıkabilme kabiliyeti ile hayra değil, şerden yana kışkırtıcı bir meziyet ile bizlere direktif verir. Ve nefsin pençesine düşmüş ruhumuz, incinse de, incinmekten kendini korusa da artık mutmain değildir! Çünkü ruhumuz ancak nefsin değil vahyin prensipleriyle mes’ud olabilir.

Madem böyle, öyleyse bizler safi akli, yalnız kalbi yahut sadece nefsi mi seviyoruz birbirimizi?

Akli sevda var mıdır bilmem, kalbi sevdanın marazlı yanından imtina etmek gerektiğine inanır, nefsi sevginin menfaat olduğunu bilirim. Son tahlilde aklın tedbirine muhtaç, kalbin inanç mihengine vurulmuş sevdaların ibadetten olduğuna inanırım.

Ve Alvarlı Efe’nin “Aşık der incidenden, incinme incidenden

Kemâlde noksân imiş, incinen incidenden” mısrasına kulak kesilip incinmeden sevebilmek nasibimiz olsun dilerim…