Geçtiğimiz günlerde bir dizi izlemiştim. Dizi de Hindistan’da kurulmuş bir tarikatı mevzu ediyordu. Bu tarikatın adı İslami, içi ise gayri İslami’ydi. Bu tarikatın din-i Mübin-i İslam’a vereceği zarar öngörülünce; çare aranır. İslam toprakları olan Hindistan’da ilmi mücadelenin şart olduğu kanaatine varılır ve alimlerden müteşekkil bir heyet oluşturulmasına karar verilir.
Diyeceğim o ki; şu anda âlem-i İslam’da “cemaat” adı verilen ama aslı “FETÖİZM” illetin mahiyetini herkes gördü… Aslında bu yapının röntgeninin ayyuka çıkmasına sebep; bu yapıyı Kitap ve Sünnet denilen mihenge vurmamamızdan kaynaklanıyor. Eğer Kitap ve Sünnet ölçümüz olsaydı; bunların “i’layı kelimetullah” gibi bir dertlerinin olmadığı ve bunu bir sektör olarak kullandıkları ayyuka çıkacaktı…
Zaten “Tevhid-i imani tevhid-i kulubu iktiza eder” kaidesine baktığınız da, bu gibi yapılara mensup kişilerin kalplerinin ayrı ayrı olması, Din-i Mübin-i İslam’a hizmet edenlerin aleyhinde insafsızca tuzak ve kumpas kurmaları; bunun en bariz örneği değil mi?
Geçenlerde Semendel (eski Tahşiye) yayın evinin yayınladığı basın bülteni bu dediklerimi teyit ediyor. Risale-i Nur okudukları halde kendilerinin “ümmetin birlik ve beraberliğini” arzu ettiklerini ifade ederek; vizyon ve misyonlarının “ittihad-ı İslam” olduğunu gururla söylüyorlar. Sahi ondan başka biz Müslümanların gurur duyacağı bir meziyet olabilir mi? İşte o metinden bazı kısımlar:
“Başta kitâblarımızın müellifi Molla Muhammed Doğan Hocamız olmak üzere, Semendel (eski Tahşiye) Yayınları olarak referansımız, “Kitâb (Kur’ân), Sünnet (Hadîs), İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe”dir. Ve dolayısıyla, bu dört unsuru bu zamânda en güzel şekilde îzáh ve isbât ettiği için, Kur’ân tefsîri olan Risâle-i Nûr’dur. Bugüne kadar yayınladığımız onlarca kitâb, bu beyânımızın delîlidir.”
“Ümmetin birlik ve berâberliğinin ancak Kitâb (Kur’ân), Sünnet (Hadîs), İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe etrafında toplanmakla mümkün olabileceğine, 60 İslâm ülkesinin ecnebî dayatmalarını terk ederek bu dört unsuru eğitim ve öğretimle hayâtın her kademesine koymakla yenilmez bir güce erişeceklerine samîmî olarak inanıyoruz.”
“Üstâd Bedîüzzâmân’ın beyân buyurdukları gibi, çoğalmak, etrâfımıza adam toplamak, insânları kendimize bağlanmaya da’vet etmek gibi bir niyyet ve teşebbüsümüz de yoktur…”
Zaten Üstad Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde bu hususu gözümüzü tırmalarcasına şu şekilde ifade etmiyor mu:
“Ey sevâba hırslı ve a’mâl-i uhreviyyeye kanâatsiz insan! Ba’zı peygamberler gelmişler ki, mahdûd birkaç kişiden başka ittibâ’ edenler olmadığı hâlde, yine o peygamberlik vazífe-i kudsiyyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek, hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki, hüner, rızâ-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla, ‘Herkes beni dinlesin?’ diye, vazífeni unutup vazífe-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabûl ettirmek, senin etrâfına halkı toplamak, Cenâb-ı Hakk’ın vazífesidir. Vazífeni yap, Ellâh’ın vazífesine karışma.”
Cemiyet manasını ifade eden herhangi bir örgütle münasebetlerinin olmadığını ise; mezkûr cümlelerle ifade ediyorlar:
“Yeraltı veyâ yerüstü, herhangi bir örgütle irtibât ve iltisâkımız yoktur. Bir örgüt değiliz, örgütsel bir merkezimiz ve faaliyyetimiz de yoktur. Normal vatandaşlık vazífelerimiz dışında aktif siyâsetle de bir ilgimiz bulunmamaktadır.”
“Biz Kálû Belâ’dan Cem’ıyyet-i Muhammedî’ye dâhiliz. Toplanma merkezlerimiz câmiler, mescidler, Ka’be-i Muazzama ve Cebel-i Arafat’tır. Câmi ve mescidlerimizde bütün mü’min kardeşlerimizle sabâh, öğle, ikindi, akşâm ve yatsı namâzlarında günde beş def’a; Cum’a namâzlarında haftada bir; ve Bayram Namâzlarında yılda ikişer def’a omuz omuza ibâdet ederiz. Senede bir def’a da mü’min kardeşler olarak Ka’be-i Muazzama’da umûmî kongremizi yapar, Cebel-i Arafat’ta vakfeye dururuz.”
Selam ve dua ile…