En küçük cıvatanın hikâyesini bilir misiniz?
Her aklıma düştüğünde önce içten içe tebessüm eder sonra hayatla kurulan bağların nasıl da etrafımızdaki hemen her şeyi sarıp sarmaladığını düşünür ve bir gemide yol alırcasına derinlere dalar giderim. Tıpkı küçük cıvatanın kendine vatan bildiği hikâyeye konu o gemi gibi…
Bir gemideyiz…
Adına hayat denilen bir gemiyi yüzdürmek derdindeyiz…
Kimi zaman güneşin alnındaki yüzeyde kavrulan kimi zaman üstünü kara bulutların kapattığı ve çetin rüzgârların dev dalgalarla fırtınalara saldığı derinlerdeyiz…
Ama her nerede olursak olalım her vakit birlikteyiz. Keder ve sevinçlerimiz ayrı gibi görünse de ve hiçbir zaman aynı değilse de kimi zaman bir birinin kıyısından kimi zaman ise bir birinin kalbinden geçiyor kader parçacıklarımız.
Ömrü boyunca denizlerde seyahat eden İngiliz şairi Rudyard Kipling’in, şu meşhur “en küçük cıvata” hikâyesi de işte birazda bunu anlatıyor.
“Vaktiyle koskoca bir gemide küçücük bir cıvata vardı. Bu, iki büyük çelik levhayı birbirine bağlayan küçük cıvatalardan biriydi. Gemi Hint Okyanusu’nda yol alırken bu küçük cıvata, birden bire laçka olmaya başladı, düşme tehlikesiyle karşılaştı. Öteki cıvatalar, ‘Sen düşersen biz de düşeriz!’ diye seslendiler. Geminin teknesindeki perçinler de, ‘Biz de çok sıkışığız, biz de laçka olalım’ dediler. Bunu duyan demir kaburgalar ise ‘Ne olur yapmayın’ diye yalvardılar.
‘Siz tutmazsanız biz mahvoluruz!’
Derken, küçük cıvatanın niyeti yıldırım hızıyla bütün gemiye yayıldı. Gemi titremeye başladı. Bunun üzerine bütün kaburgalar, levhalar, cıvatalar, en küçük perçinler el ele verip küçük cıvataya bir elçi gönderdiler. Küçük cıvata yerinde kalmalıydı. Aksi halde gemi parçalanacak, içlerinden hiçbiri vatana kavuşamayacaktı.
Küçük cıvata kendine bu kadar önem verilemesine çok sevindi ve olduğu yerde kalacağını bildirdi.”
Yaşadığımız sözde modern hayatın bize şaşalı ve debdebeli görüntüsü içinde pek çoğumuz kendini küçük bir cıvata gibi hissedip “Ben kimim ki ya da ben ne yapabilirim ki?” diye düşünüyordur veya düşünmüştür eminim.
Bu ruh halinin içine düşürdüğü kör kuyularda boğulan tek başına bir insanın bile ruhunda büyüttüğü dalgalanmayı bütün âlem hisseder de uyandırdığı etkiyi bir tek kendisi bilemez oysa.
Böyle bir ümitsizlikle sabahına tebessüm edemez, gündüzünü iyiliğe çekemez ve gecesini karanlığın pençesinde bırakır insan. Üzerine düşeni yapmadığı için farkında olmadan büyüttüğü ümitsizlik bir başkasına dokunur ve gemi su almaya başlar öylece.
Her yeni güne umutla bakan insanın yüreğinde taşıdığı anlam lügatlere sığmaz. Hele bu anlamı bir başka kalbin kapısından içeriye taşıdıysa ve rotasında insanlığın kurtuluşuna doğru yol alan bir gemiye fener olmak değilse bir demir kaburga değilse kayıkta bir perçin değilse iki büyük çelik levhayı bir birine tutuşturan bir küçük cıvata olmak varsa…
Yani ezelden gelip ebede uzanan yolda küçük de olsa bir mefkûresi varsa insanın, orada başka kıymet aramaya gerek yoktur.