Geceye yazılmış bir ağıt bizimkisi.
Simsiyah yalnızlıkların fecir bekleyen dudaklarından dökülür ruhumuzun yangını.
Kızgın ateşte korlanmış kılıç gibidir her bir harf…
Yanılgı saatlerinden arta kalan ne varsa gelir bulur bizi.
Yüreğimizden başka muska takmadık oysa.
Zamanın şan şöhret putuna, mal mülk tanrısına eyvallah etmedik elhamdülillah.
Orta yerinden kesilsek de boyun eğmedik hiçbir yalanın kuyruklusuna.
Değirmen taşına benzeyen dünyada buğday başakları gibi öğütülen kalplerin sonsuzluk şarkıları vardı dilimizde.
Ondandır belki kavi duruşumuz.
**
Madalyonun bir de öteki yüzü var elbette.
Siyahla beyaz kadar derin uçurumların rüzgârları esiyor tepemizde.
Yoluna revan olduklarımız yaralıyor en çok.
Kimse bilmiyor içimizde büyüttüğümüz suskun çığlıkların mesafeleri bir nefeste arşınlayan ahlarını.
Bilmeyi bilmeden bildim diyerek dile gelen ihtirasların karası çalınmış talihe.
Karanlık bir odada ak sütün içindeki ak kılı fark edemeyenlerin söz söylemeye hakkı yoktur bu fotoğrafta.
Ne diyordu Üstad:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…
**
Dertliyiz, dertli beyim…
Sarhoş dünya verem etti bütün bir insanlığı.
Ecza dilimizde çok ama kalbimiz fukarası merhemin.
Yıkık viraneler misali dönüyoruz hep aynı fasit çemberin içinde.
Kısır döngünün içine çektiği düşünce helezonlarıyla tersine kürek çeken zamane dervişleri.
Gerçek saltanatın Yaradan’a “Abd” olmak olduğunu bilen ama bunu bir türlü beceremeyen ziyan ve nisyan mahkûmu kuru kalabalıklar.
Uykusuzluğumuz mu bizi en çok rahatsız ediyor yoksa uyuşukluğumuz mu?..
Soru bu…
Cevap; tutulunca siyahtır çetele…
**
Hani yıldızları vardı her bir gecenin.
Kutuplara değin uzanırken semaya sırlı izler mühürleyen..
Göremiyoruz değil mi?
Çünkü mil çekti gözlerimize azap dolu günahlar.
Mahrum kaldık yıldızları gözbebeğimize doldurarak yaşamaktan.
Hem kendimize yabancılaştık hem gölgemizden utanır olduk.
Bir türlü dönüp aynaya itiraf edemedik kendimize söylediğimiz yalanları.
**
Aynadaki yalana bak sen…
Her gün saçlarını tararken topladığın hayat, son baharın yaprakları gibi savrulduğunda anlayacaksın bir silüet olduğunu.
Mananın derin tabakasından sıyrılırken beden, ok gibi fırlayacak yerinden kuşlar.
Bir kuş kadar havalanacaksın.
Yükseldiğin yerden o koca dünya bir toz paresine dönecek ve anlayacaksın.
Biz buraya “murad” almaya değil,
Rabbine kul olmaya geldik “yabancı”.
**
Gel otur, dizin dizme değsin.
Konuşalım dilsiz dudaksız.
Kelimeler “naçar” kalmış kime ne?..
Anlatmaya derman da yok.
Savuralım küllerini dertlerin.
Gözyaşında ıslansın hayallerin.
Gelecek “Mevla Kerim’dir” diyenlerin.
Öyle ya;