Biliyorum tuhaf bir başlık ama öyle geldi. Ben de misafiri saygıyla ağırlama geleneğinin bir neferi olarak aldım ve başıma taç eyledim.

Hakikatler tuhaftır darb-ı meselinden güç alarak, bu başlığın (tuhaf olan) önemli bir gerçeğe parmak bastığını düşünüyorum. Zira medeniyetle lütfen kelimesi birbirini tamamlarken, biraz kelimesi onları yalanlıyor. Üçünün beraber olduğu durumda ise, bize felaketlerden felaket beğenmek kalıyor.

Görece kapalı bu cümleleri açarsak, biraz da olsa ‘medeniyet lütfen’ denilecek kadar kötü bir zamanda yaşadığımız çıkar ortaya. Öyle bir zamanki medeniyet kelimesinin altının en çok çizildiği ama içinin en az doldurulduğu bir zaman. Öyle bir zamanki, inceliğin defterine hassasiyetin kalemiyle düşülen notların donduğu ve medeniyet kaleminin kırıldığı bir zaman.

Fazlasıyla keskin bu yargı, çağdaşlaşma yanlıları için pek sevimsiz ve tutarsız gelecektir. Onların dünyası ve eşya algısı itibariyle bu normaldir. Hele de eşyayla organik bir iletişimleri olmadığını, hatta eşyanın hakikatine varmak gibi bir dertleri olmadığını göz önüne alırsak.

Eşyayla insan arasında açılmış, gerilimi ifade eden ve mana boyutunu dışarıda bırakan bir anlayışla hayatın yaşandığı bir düzlem var çağımızda. Bu düzlem yatay yollu yayılmaya olabildiğince fırsat tanırken dikey yollu zenginleşmekten bahsetmiyor bile. Bu da insanları bir yandan çağlarına diğer yandan egolarına saplıyor. İnsanları, tek kişilik dünyaların kurularak evrene nizamat verildiği ve buna uymayan her şeyin yok sayıldığı ya da mesafe koyulduğu bir saplanmışlığa itiyor. Ama unutuluyor ki sadece kendinin olduğu dünya yok hükmündedir.

Bu anlayışı, “kişisel gelişim”, “yoga yoluyla kendini bulma”, “kuantum düşüncesine göre hayatını imar etme” vb. soslarla pazarlayan sömürgeci sistem, insanları kendiyle barışık ama bütün dünyayla savaş halinde bir forma dönüştürüyor. Kendiyle barışan, güç bela oluşturduğu iç huzuruna kasteden hiçbir şeyi tanımayan ve bu uğurda harcamaktan çekinmeyen insan en çok da medeniyet dediğimiz, birlikte olunan ve cennete uzanılan gerçeği kaybediyor. Çünkü insan, putları dahil kendiyle barışık yaşadığı zaman, her şeyini savunarak hiçbir eleştiriye -ya da başka şeylere esnemeye- tahammül göstermiyor. Abarttığımı düşünen varsa kendinden başlayarak çevresine bir baksın. Aşık attığı insanları incelesin. Kendinin dışına çıkarak başkalarını kritik etsin. Sonra da neler gördüğünü not etsin. Zira unutur insan. Yazsın ki unutmasın.

O notları incelediğinde, kaç insanda tek başına da olsa bir medeniyete dönüşmek ya da birlikte medeniyet düşü görmek gibi bir vizyonla karşılaşacak dersiniz? Ya da kaç insanda başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair kendisinden başlayarak canhıraş bir mücadeleyi görecektir dersiniz?

Ümitsiz olmamakla birlikte bu soruya verebilecek iyimser bir cevabın olacağını sanmıyorum.

Belki benim içim kötü. Belki de acı gerçekler bunlar. Eminin tartışmaya hazır bir güruh vardır bunu. Birbirine nezaket dersi verirken bile nezaketsizlik yapan bir güruh hazırdır bunu tartışmak için. Medeniyet medeniyet diyerek küçücük dünyasına sıkışıp kalmış kavi bir güruh vardır bu meseleyi tartışacak. Hem de günlerce, belki de haftalarca. Sonuca varma endişesi olmadan. Sürece tabi olma çapı da olmadan. Sadece tartışacak, sadece dövüşecek bir güruh.

Başta onlara olmak üzere bütün insanlığa sesleniyorum buradan kelimelerle. İbrahim’in (a.s.) baltası da Musa’nın (a.s.) asası da yok ellerimde. Belkıs’ı sihrim altına alacak cinlerim ise hiç yok. Varsa yoksa Allah’ın daha değerli bir şey yaratmadığı aklım var. Ve kendisinden ayırt edilemeyen kalbim. Bir de ikisinin tevhidine bahşedilmiş imanım.

Konuşuyorsam imanımdır beni konuşturan. Susuyorsam yine o. Bir çığlık bağışlıyorsam kelimelere yine o. Ve imanım, biraz medeniyet lütfen diyor bizlere. Yerlere çöp atmayın diyor en yalın biçimde. Boğazı kirletmeyin diyor. Toplu taşıma araçlarında bağırarak konuşmayın diyor. Şuh kahkahalarla gürültü kirliliği yapmayın diyor. Ayaklarına bastığınız insanlara özür dileyin diyor. Teşekkür etmekten yapılma vücutlar olun diyor. Sokakta yürürken içtiğiniz sigaranın dumanına muhatap olup rahatsız olan insanları düşünün diyor. Otobüste ya da kahvede sizden başka kimse yokmuş gibi oturmaktan vazgeçin diyor. Hiç kimseyle olmasanız da Allah’la beraber olduğunuzu unutmayın diyor. Trafikte kul hakkı yemeyin diyor. Komşunun güneşini kesmeyin diyor. Manzarasına da kastetmeyin diyor. Mahremiyet, mahremiyet diyor.

Çok konuşan çok hata yapar ve “çok konuştun İsmail, bir sus” diyor imanım aynı zamanda.

Susuyorum o vakit, suskunlar meclisini hatırlayarak.

Bu yazıyı, suskunlar meclisinin hikayesiyle bitireyim ki şu ana kadar yazdıklarımla yaptığım kelime israfından kurtulayım.

“Bir zamanlar İran’da bilginler ve şairler, ‘Suskunlar Meclisi’ adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı. Üye sayısı 30 kişiydi ve bunu arttırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek, az yazmak ve çok az konuşmaktı. O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Cami, bu meclisin aşkındaydı.

Günün birinde Suskunlar Meclisi’nin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan Suskunlar Meclisi’ne gönderdi. Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler.

Molla Cami oraya layık bir bilgindi ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı. Yeni bir üye için yer yoktu. Meclis başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Cami’ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı.

Bunun üzerine o da hemen oracıkta bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın manasını anlamışlardı. Zarif insanların yeri başkaydı. Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler. Başkan listeye Molla Cami’nin adını ekledi. Otuz sayısının önüne bir 0 koyarak 300 yazdı. Bununla Molla Cami sayesinde meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu.

Listenin son şekli Molla Cami’ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı.

Sağdaki bir sıfırı silerek, otuz sayısının soluna koydu. Yani 030 yazdı. Alçak gönüldü Molla Camii, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylüyordu. Diğer üyeler bunu görünce, saygı ve hayranlıkları bir kat daha artmış olarak Suskunlar Meclisi’nin yeni üyesini selamladılar.”

Ne demiştik?

Biraz medeniyet lütfen!