“İrlandalı sanatçı/eleştirmen Brian O’doherty’nin işaret ettiği gibi ‘Biraz kilise kutsiyeti, biraz mahkeme salonu resmiyeti, biraz deney laboratuvarı gizemiyle şık bir tasarımı buluşturan’ modern sanat galerisi, ‘benzersiz bir estetik mekân’ olarak 20. Yüzyıl sanatının kendine has ‘kabuğu’dur. 1976’da yayınlanan Beyaz Küpün İçinde: Galeri Mekânının İdeolojisi, bu kabuğu yapısöküme uğratan ilk ve hala başlıca metindir.”
Yukarıdaki cümleler, Ahu Antmen’in Brian O’doherty’nin “Beyaz Küpün İçinde: Galeri Mekanının İdeolojisi” kitabına yazdığı sunuş yazısından.
Brian O’doherty modern sanat müzelerini “Beyaz Küp” olarak tanımlar. Herkesin hissettiği ama kavramsallaştırmadığı bir durumu çözümleyerek vitrine çıkartır O’doherty. Bir nevi ipliğini pazara çıkartır modern sanat müzelerinin. Galeri mekanlarının mutlak ilkeler çerçevesinde kurgulandığını ifade eden O’doherty, oluşturulan efsunlu atmosferle ziyaretçilerin tesir altına alındığından bahseder. Bir nevi sihirdir ortada var olan. Her ayrıntı bu sihri konuşturmak için vardır. Her tektonik, izleyiciyi büyüleyerek pasif hale getirmek için kurgulanmıştır. Bir galeride nasıl davranılması gerektiğiyle ilgili yazılı olmayan kurallardan parke döşeli zeminlere, yukarıdan aşağıya inen ışıktan, penceresiz ve renksiz duvarlara her şey “Beyaz Küp”ün gücüne hizmet etmek için tasarlanmıştır. Böylesi bir atmosferde size sadece etkilenmek kalır. O kadar ki, -O’doherty’nin ifadesiyle- böylesi bir atmosferde yangın söndürme cihazı bile size sanatsal gelecektir.
O’doherty’nin yapısökümünü yaptığı galeri mekanlarına bir kez bile gitmiş bir kişi bunları dile getirmese de benzer şeyleri hissetmiştir. O’doherty’nin “Beyaz Küp” tanımını ve çözümlemesini hiç duymadığım zamanlarda, ilk gittiğim modern sanat galerisinde benzer şeyleri hissetmiş ve rahatsız olmuştum. Bugün her seferinde aynı rahatsızlığı hala hissederim. Çünkü galeri mekanları kurgulanma amaçlarına uygun şekilde üzerinizde baskı kurarlar. Bu baskı, galeri mekanı boyunca size eşlik edip bakışınızı yönlendirir. Sizi zaptu rapt altına alıp, bütün halinde galerinin nasıl görülmesini istiyorsa o şekilde görmenizi sağlar. Siz de eliniz mahkum buna teslim olursunuz. Ta ki dışarı çıkana kadar. Dışarı çıktığınızda gerçek dünyaya merhaba der ve üzerinizdeki baskıdan kurtulmuş bir şekilde rahatlama hissedersiniz. “Oh be”, dedirten bir duygudur bu. Çünkü içerde, sizi yapaylığa mahkum eden ve hayatla alakası olmayan bir gerçeklik söz konusudur. Bir gerçeklikten başka bir gerçekliğe geçiş söz konusudur. Gerçek olmayan ve sizi sarsan gerçeklikten, sizi saran ve üzerinizde baskı kurmayan bir gerçekliğe.
Modern sanat müzelerinin ve galeri mekanlarının yeterince ilgi görmemesinin (tersten okursak, ilgi görmesinin) bu mekan kurgusuyla derin alakası var kanımca. Çünkü sanat bu mekanlar vasıtasıyla hayattan soyutlanarak, başka bir dünyanın sorunsalı haline geliyor. Hayatla sanat arasında var olan organik bütünlük bu mekanlar eliyle parçalanarak, sanat belirli alanlar ve kurallara hapsediliyor. Bir nevi sanat elitleştiriliyor. Bu mekanların müdavimlerine bakarsak, ya ekonomik bir elitizmle ya da -biraz kendini beğenmişliği de içeren- entelektüel bir elitizmle karşılaşırız.
Bu soruna çare üretmek ve hayattan kopuk sanatı hayatla bütünleştirmek için bilhassa 1950-60’lı yıllarda -dönemin politik hareketleriyle de bağlantılı olarak- alternatif üretkenlikler ve mekan arayışları söz konusu olmuştur. Minimalist sanat, kavramsal sanat, arazi sanatı ve enstalasyon (yerleştirme) sanatı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Çıkmıştır çıkmasına ama, O’doherty’nin ifadesiyle “sanat sisteminin iştahı pek kabarıktır”. Ve Sandy Nairne’nin kavramsallaştırmasıyla “muhalefetin kurumsallaşması” sürecinde, ‘alternatif’ olan da kendi mekanlarını, kendi ekonomisini, kendi tüccarlarını “yaratarak”, sisteme eklemlenmiştir. Temelde bu modern düşüncenin zaferidir. Marshall Bermann’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabında altını defaatle çizdiği gerçek budur. Ona göre, modern düşünce ne kadar darbe almış olursa olsun, insanoğlunun yegane zaferidir ve kurtuluş yine modern düşüncededir. Batı’nın içtepileri itibariyle bu doğrudur. Zira ulaştığı yegane zirve modern düşüncedir. Kendisine itiraz olarak yükselmiş bütün düşünce ve sanat akımlarını (avand gard) lehine çevirmesi bunun işaretidir. Dünün bütün yeraltı edebiyat, sanat ve düşünce akımları bugün hakim sisteme hizmet etmektedir. Modern düşünce hakim olduğu sürece de böyle olacaktır.
Nitekim O’doherty’nin galerileri ideolojik mekan olarak tanımlayıp hakim konjonktürün sanat hegemonyasına başkaldırması da bir işe yaramamıştır. Beraberinde birçok tartışmayı ateşlese de, Brian O’doherty’nin “Beyaz Küp”ün son sözünde yazdığı üzere, 1964 ile 1976 yılları arasında görülen çeşitli sanatsal faaliyet türleri, içinde yaşadığımız egemen kültürel koşullara yenik düşmüştür. Bu uğurda yapılan ne arazi sanatı çalışmaları ne de enstalasyonlar kalıcı çözüm vermiş; galeri mekanları ideolojik gözün hakimiyetini perçinlemeye devam etmişlerdir. Her ne kadar bugün, bienaller vasıtasıyla sergiler şehrin dört bir yanına ve farklı mekanlara taşınsa da, sonuç değişmemekte, New York’taki “MAMA” (Modern Sanat Müzesi) gibi müzeler bir sanat putu olarak hakimiyetini devam ettirmektedir. Bu tekeli kıracak güçlü bir isyan hareketi olmadıkça ve hayatla sanatı tekrar bütünleyecek bir çığır açılmadıkça bu hakimiyet (sanat zorbalığı) uzun süreler devam edeceğe benziyor.
Baki selamlar.
Not: İyi de bunlardan banane diyenler varsa bu not onlara gelsin. Sanatın elitist bir düzlemde ve senden uzağa düşürüldüğü bir dünyada var olan medeniyet iddian, kaba softa ham yobazın içinde bulunduğu obskürantist çukurun daha da derinleşmesinden başka bir şeye hizmet etmez. Yani sen sen ol, sanatı hayattan koparanların elinden al ve onu hak ettiği yere, Hakk ve hakikatin hizmetine sun. Bunun için de bunları bilmek zorundasın vesselam.