“Çocukluğumdan hatırladığım, en erken 1940’lı yıllarda, İstanbul’da Tarihi Yarımada ve Üsküdar, Boğaz köyleri hep ahşap evlerden oluşuyordu. Karşı yakada bakıldığında ahşap evlerden dolayı koyu renk bir şehir silüeti vardı. Bu görünüş, 1960’lı yıllara kadar pek bozulmadan devam etti. Şimdi bakarsanız beyaz bir hayalet görürsünüz, sanki evlerin ruhu isyan edip çevreye korku salarak ayakta dolaşıyor”
Yukarıdaki satırlar, Reha Günay’ın, ‘İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları’ eserinden. İnsan inanamıyor böyle olduğuna. Beyaz hayaletin içine doğmuş çocuklar inanamıyor. Ama bakınca eski fotoğraf ve gravürlere inanıyor gerçek olduğuna. İnanıyor ve canı acıyor. Hele de karıştırınca tarih sayfalarını kanı donuyor insanın. Geldiğimiz yerle vardığımız yer arasındaki uçurum perişan ediyor.
İstatistiklere göre yirminci yüzyılın başında İstanbul’daki evlerin yüzde doksan beşi ahşaptı. Bugün ise yüzde biri bile değil. Beyaz hayalet her yanı sarmış durumda. Ahşabın dokusu ve büyüsü kısmen yalılara ve binaların arasında kan kaybederek son nefeslerini bekleyen ahşap konutlara bırakmış durumda. Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda rutin sayılan ahşap ve bahçeli bir evde oturmak bugün için büyük lüks. Birçok insanın ancak rüyasında görebileceği bir lüks. Sahip olanlar da geçmişteki imtiyazlarından yoksun. Çünkü ne mahalle bütünlüğü var artık ne de komşu dayanışması. Birbirinden habersizlik ahşap konaklarda yaşayanlar için de geçerli. Herkes dış dünyadan kendini soyutlamış ve yalıtılmış bir hayat istiyor gibi. Hatta buna maruz kalmayı bırak, bunu imtiyaz olarak görmeye başlayanlar bile var. Komşunun, akrabanın ve mahalle sakinlerinin olmadığı bir hayat tercih ediliyor artık. Hem toprağa hem de gökyüzüne uzak hayatın doğurduğu tuhaf bir denklem bu.
Ancak tuhaf kelimesiyle karşılayabiliyorum bu durumu. Mantıklı, sosyal ve psikolojik çözümlemeler yapsam da sonucu tuhaf olarak karşılıyorum. Bir buçuk milyon lira vererek, gökdelende 60 metre kare rezidans alınmasını tuhaf karşılıyorum. Ve anlamıyorum. Böyle alışmışlar. Kötü alışmışlar diyor ve çıkmaya çalışıyorum işin içinden. Ama geçmişe dair öğrendiğim her bilgi ve gördüğüm her yeni beton kütlesiyle acım daha da derinleşiyor. Kuyu daha da derinleşiyor. Ve çıkmak mümkün olmuyor. Acımı dile getirdiğim zamanki tepkiler ve yapılan analitik çözümlemeler beni daha da incitip ürkütüyor. Bu tepkilerde gördüğüm ortak şey: ruhumuzun da betonlaşmış olması. Bu, en acısı. En acısı çünkü, betonlaşmayı şartların gereği görenleri, Afif paşa yalısına da koysanız ille de vatanlarını(rezidanslarını) özleyecekler gibi.
Analitik çözümlemeler yaparak şartlardan bahseden ve gökdelenleri meşrulaştıranlar, en hafifiyle söylersek tarihi bilmiyorlar. Çünkü milyonlarca kilometre karelik toprağa sahip Osmanlı İstanbul’unda nüfus yaklaşık beş yüz bindi. Bu durum neredeyse dört yüz yıl devam etti. Nüfusu sabit tutma, siyasal, sosyal, kültürel ve estetik planın parçasıydı. Şartlar ne kadar değişirse değişsin değişmeyen değerler vardı. (Bizim kaybettiğimiz ve ruhumuzu betonlaştıran şey bu değerler değil mi?) İstanbul bu değerler üzerine kuruluydu. Bu değerlerin doğurduğu bir şehir planlaması vardı İstanbul’un. İsteyenin istediği gibi gelip yerleşebildiği bir yer değildi. Payitahttı İstanbul ve kontrole tabiydi her şey. Standartlar vardı ve herkes bu standartlara uymak zorundaydı.
Bu durumu, on dokuzuncu yüzyılın sonunda doğup İmparatorluğun çöküşünü ve cumhuriyetin kuruluşunu gören Burhan Felek, ‘Hayal Belde Üsküdar’ isimli eserinde anlatıyor. İstanbul’da herkesin evi vardı diyor Burhan Felek. Kirada olmak diye bir şey yoktu. Ve bu evlerin arkasında bahçesi vardı. Herkes zerzevat ihtiyacını bahçesinden karşılardı. Mahalle diye bir şey vardı ve bu, danışmak, dayanışmak demekti. Cumhuriyet sonrası dönemle, Osmanlı’nın son dönemlerini kıyaslayan Burhan Felek, durumu, geçmişte bugünle kıyaslanamayacak kadar iyiydik diyerek özetliyor.
Türkiye’nin arazi yapısı, yatay yerleşmeye ve geleneksel mimari anlayışını devam ettirmeye imkan tanırken, bizi dikey mimariye kurban ederek modern hapishanelerde yaşatmak ihanet değilse nedir? Dünyanın en güzel şehirlerine imza atmış bir geleneğin çocuklarını dünyanın en çirkin şehirlerinde yaşamaya mahkum etmek ihanet değilse nedir?
Bu ihanet kimin eliyle yapılırsa yapılsın, geriye dönüş mümkün değil midir? (Geriye dönmekten bahsettiğime göre bir gerici olmalıyım ben) Çok mu ütopik geriye, asla, esasa dönmek? Bizi biz yapan şeylere dönmek. Başkası olmaya çalıştığımız günlerin öncesine dönmek? Lafta değil ama özüyle beraber dönmek. Sadece görüntüsü ve ihtişamıyla değil, asaleti ve derinliğiyle dönmek.
Bunu kim yapabilir bizden başka? Yani bu toprakların asıl evlatlarından başka kim? Yunus’un, Mevlana’nın, Fuzuli’nin Fatih’in, Akşemseddin’nin, “ avni Firavn ile şeddadi binalar yapmazız” diyen Taşlıcalı Yahya’nın torunları değil de kim?
Ama ne yapıyoruz biz? Yanlıştan dönecekken, yanlışı çoğaltmaktan başka ne yapıyoruz biz? Her yeri betona biraz daha esir kılmaktan başka ne yapıyoruz? Buna türlü türlü kulplar bulmaktan başka ne?
Mazeret üretmek insanın en mahir olduğu iş. Çözüm üretmekse en muhtaç olduğu. Mazeret üretmeye ve yanlışı çoğaltmaya harcadığımız enerjiden iyiyi, güzeli çoğaltmaya ve çözüm üretmeye pek vaktimiz kalmıyor anlaşılan.
Betonlaşma ihanete itiraz edenlerin hayalperestlikle tavsif edildiği bugün, her zamankinden daha beton ve daha muhtaç bir dünyadayız. Toprağa, göğün maviliğine ve suyun enginliğine hasret durumdayız. Bu ihanet devam ettikçe de hasretimiz günden güne büyüyecek.