Türkiye, jeopolitik konumundan dolayı çok yönlü bir dış politika izlemek mecburiyetindedir. Uzak geçmişten yakın geçmişe, bu coğrafyada hüküm sürmüş her devlet, gücü nispetinde çok yönlü bir dış siyaset yürütmüştür. Nitekim Anadolu’nun etrafında yer alan, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Hazar Denizi ve Basra Körfezi gibi önemli deniz alanları, her daim dikkat edilmesi gereken stratejik bölgeler olmuştur. Tarihte, söz konusu beş denize hâkim olan devletler, dünya çapında bir güç elde etmişlerdir. Mesela, Osmanlı Devleti bu bağlamda düşünülebilir. Tarihte uzun bir süre, adı geçen deniz bölgeleri ticaret yollarını kontrol etme bakımından önem arz etmişken, günümüzde ise enerji kaynakları yönünden mühim bir konuma sahiptir.

Dünya’nın en büyük petrol rezervlerine sahip bu coğrafyada, en kanlı ve uzun süren savaşlar, petrolün keşfiyle başlamıştır. Zira gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin bu deniz alanlarında doğrudan veya dolaylı olarak karşı karşıya geldikleri herkesin malumudur. O halde, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bu deniz alanları ziyadesiyle önemlidir ve buralarda söz sahibi olanlar, dünya gücü olmaya adaydır. Öyleyse, Türkiye de ulusal çıkarının peşinde koşan bir devlet ve bu beş deniz alanının merkezinde yer alan bir ülke olarak, mezkûr deniz alanlarına kayıtsız kalamaz. Dahası böylesi bir politika, “Yeni-Osmanlıcılık” veya “Neo-Ottomanism” şeklinde de tasvir edilemez. Kaldı ki bu şekildeki bir bakış açısının, ulusal çıkara dayalı rasyonel devlet anlayışıyla bağdaşması mümkün değildir.

Diğer taraftan, Batılı devletlerin bu beş deniz bölgesinde kendilerine nüfuz alanı yaratmaları stratejik bir hamle biçiminde yorumlanırken, Türkiye’nin jeopolitiğe uygun gerçekçi adımlarının “Osmanlıcılık” algısıyla tartışmaya itilmesi oldukça düşündürücüdür. Fakat bu yeni bir durum değildir. Tarih, Türklere karşı yöneltilmiş önyargılarla doludur. “Türkler strateji bilmez, onların tüm işi yağma, kadın ve şarap” şeklinde ifadelerin yer aldığı çok sayıda yabancı dilde yazılmış basılı eser bulmak mümkündür.

Türkiye’nin Katar, Somali ve Sudan’da üst edinme çabaları, enerji, ekonomi ve sınır güvenliğinin gereğidir. Günümüzde güvenlik kavramının çeperi, klasik tanımının çok ötesine geçmiştir. Bugün büyük güç olarak tabir edilen birçok devlet, güvenlik kaygısıyla sınırları dışında üsler edinmiş durumdadır. Belki daha önemlisi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerin kolektif güvenliği sağlama konusunda yetersizliklerinin zaman içerisinde anlaşılmış olmasıdır. Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı bir dönemde, küresel ve bölgesel güçlerin “çatışmadan sonraki çatışmaya” hazırlandıkları gözlemlenmektedir.

Bu nedenle gelecek üzerinden hesap yaparak bu çatışmaya hazırlanan aktörler, bölge üzerinde yumuşak güçlerini artırmak niyetindedir. Çünkü kamuoyunun gücü her geçen gün, daha da artmaktadır. Yalnızca hükümetlerin uluslararası politikanın yegâne aktörü olduğu durum sona ermek üzeredir. Kamuoyu ve dış politika arasındaki münasebeti, geçtiğimiz günlerde Kudüs konusunda yaşananlar gözler önüne sermiştir.

Bölge dışındaki aktörlerin, bölgede ortaya çıkabilecek işbirliği projelerini baltalayıcı faaliyetler yürüttüğü ve bu çerçevede etnik ve mezhepsel ayrılıklardan istifade etmeye çalıştığı bilinmektedir. Haliyle bu faaliyetlerin içeride de karşılık bulmasıyla anarşizm bölgede güç kazanmaktadır. Bu noktada, beş denizle ilişiği bulunan bölge devletlerinin esas sorumluluğu, kendi aralarında işbirliği fırsatları oluşturarak anarşizmin önüne geçmektir. Bu minvalde Türkiye-Mısır ilişkileri soğukkanlılıkla yeniden ele alınmalıdır.