Geçen zamana değil de geçilen aşamalara baktığımda, evvel zaman içindeydi. Bizlerden bir-iki yaş büyük abilerin ya da ablaların kir göstermeyen siyah önlükleri içindeydik. Erkeklerin saçları üç numara, kızların mutlaka atkuyruğuydu. Annesi titiz olanlarınki iki yana örgülü…

Şanslıydık, çünkü beş yılda beş öğretmen görmüştük. Bazı seneler iki sınıfa bir öğretmen, bazı seneler bir senede bir sınıfa iki öğretmen. Köyümüz ilçeye yakındı. O yüzden şükür ki, öğretmen sıkıntısı çekmemiştik. Ülkenin başka yerlerinde 5 sınıf bir arada bir öğretmen bulunca şükrederdi.  Bizim neslin öğretmenlerinin “öğrenci takip dosyası” tutacak vakitleri de imkânları da yoktu.

Müstahdem nedir bilmezdik. Çünkü tuvaletleri, koridorları ve sınıfları biz temizlerdik. Okulun tuvaletlerini her gün bir manga görevli öğrenci, liste düzenine göre baştan ayağa yıkayıverirdik. Öğretmen masasını silmek için tatlı bir yarışa girerdik. İş kotaracak kadar girişimcilik, hayata tutunacak kadar organizasyon becerisini buralardan edindik.

Sobaları devlet verir, her sene de bir miktar odun ve kömür gönderirdi. Kömür yanmaz, odun da Aralık sonu biterdi. Her sabah her sınıftan iki nöbetçi öğrenci, evlerinden getirdikleri odunlarla sobayı yakmakla görevliydi. Müdür beyin elinde “odun listesi” sınıfları gezerdi. Eline aldığı odun büyülüğündeki değnekle, odun getirmeyen öğrencileri sîgaya çekerdi.

Dayakları sıra ile yerdik. Zahmet olmasın diye öğretmenimize, masasının önünden kapıya doğru tek sıra olup, ellerimizi sırasıyla sopanın altına iterdik. Kimseye küsmezdik ama. Bu dayaklar bizde sorumluluk bilincini geliştirirdi: “Hepimiz aynı gemideyiz” der birbirimizi kontrol ederdik. Kurunun yanında yaşın da yandığını bilmemiz o günlerin eseri.

Annelerimiz ve babalarımız çok ama çok meşguldü. Çünkü durmadan çalışmak zorundalardı. Biz çocukken büyüklerin durması, “dinlenmek” değil, aç kalmak demekti. Bizim kuşak biraz da “Saldım çayıra Mevlâ’m kayıra” tadında büyüdü. Annelerimizin bu duaları Mevlâ katında mâkes buldu. Kayrılmamız ondandır. Babalarımızın sofraya koyduğu helal lokmalar da cabası…

Beden Eğitimi yine en sevilen, Matematik “ölümlerden ölüm beğen”di. Müzik derslerinde üç arkadaşın bildiği üç türkü yıl boyunca söylenirdi. Ağaçların nasıl fotosentez yaptığını izah etmekte zorlanırdık ama birkaç dönümlük okul bahçesini ağaçlandırmanın tadına doyamamıştık. Çukurlarını minik ellerimizle eştiğimiz fidanlar şimdi gölgesinde çay içilen koca ağaçlar oldular.

Bu kadar geniş yürekli olmamız şaşırtmasın sizi. Bu kadar iyimser olmamız da. Çünkü biz, sıfırdan başlayıp geldik. O yüzden çeyreğin de buçuğun da kıymetini bildik. “Hiç”e alışmıştık, ondan sebep “her” imkânı büyük bir nimet belledik. Elimizdeki her nimetin bir gün yine “hiç”e döneceğini böylece öğrendik.

Zaman çok çabuk geçti. Bizler, anılarla beraber büyüdük. Biri hariç diğerleriyle bir kare bile fotoğraf çektiremedik. Ama hiçbirini, hiçbir zaman unutmadık:  Hasan hocamızı, Leyla hocamızı, Mustafa hocamızı, Mahmut hocamızı ve Dilek hocamızı. Hepsi tertemiz zihinlerimizde derin izler bırakıp gittiler. Bir gün gelecek, köyün yolundan gözükeceklermiş gibi bekledik onları. Hâlâ arkalarından dualar okuyacak kadar da sevdik. Bahtları açık olsun. Öğretmenler günleri kutlu olsun…