Çocukken, günah işlediğimi düşündüğümde hemen estağfirullah deyu sayıklardım. Annemin verdiği terbiyeye her ihanet edişimde, bana yakışmayan sözleri her kullanışımda yahut hoş karşılanmayacak her muzipliğimin ardından kendimce tevbe etmeye çalışırdım. Fakat belki bir dakika geçmeden yine aynı zayıflığa mağlup olur, yine aynı yaramazlıklara devam ederdim. Sonra tekrar tevbe, tekrar pişmanlık…

Bir keresinde, bu hallerime şahit olan bir arkadaşım, sanki bütün o malayaniye ortak olmamışız gibi yüklenmişti bana:

-Ohh, yap yap, sonra tevbe et… Ne kadar yüzsüzsün!

Ara ara hep kendini anımsattı bu sözler.

O an ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Ama arkadaşımın sözlerine bir cihetten kulak asmadığımı çok iyi biliyorum. Kahhâr-ı Kâdir olanın Hallâk-ı Rahîm de olduğu öğretilmişti bana çünkü. Herkesi ve her şeyi kahretmeye gücü yeten mutlak kudret sahibinin, dilerse, yarattıklarına sonsuz bir merhametle muamele edeceğine de inanıyordum.

Kaldırup dest-i du’a kıblegeh-i a’lâya

Yalvaralum bizi yokdan yaradan Mevlâ’ya

Bir çocuk acımasızlığındaki o dürüst suçlamadan yıllar sonra, Sadi Şirazi Hazretleri’nin Gülistan’ında okudum:

Bir hırsız, dilencinin tekini “Utanmıyor musun, bir lokma için el âleme el açmaya’’ laflarıyla azarlıyor ve “Dilencinin eli pek sevilir bir şey değildir, lakin hırsızlık yapıp kesilmiş elden daha iyidir.” cevabını alıyordu…

Yeniden hatırladım arkadaşımdan yediğim paparayı.

Hamd ettim.

Zira kirli de olsa af dilenecek, dua edecek nedamet dolu bir kalp yerine; yegâne sahibine el açmaktan dahi aciz bırakılacak bir kuru et parçasına da layık görülebilirdim. Kesilebilirdi bütün yalvarışlarım. Acınmayı talep etmekten bile men olunabilirdim.

Biliyorum, büyük bir bataklığın içindeyim. Üstelik arkadaşıma da hak veriyorum bugün. Tevbeye sığınıp, gaflete sarılmanın ne büyük bir hayasızlık çok iyi biliyorum. Ruhumun çamurundan her silkelenişimde, onu tekrar tekrar çamura gark ediyorum. Usanmıyorum ve uslanmıyorum. Fakat ben, bütün yüzsüzlüğümle, çamurlu ruhumu kaplayan hayasızlık bataklığından da kurtulmak istiyorum.

Tevbe ya Rabbi giriftâr-ı belâ olduğıma

Tevbe ya Rabbi taleb-kâr-ı hevâ olduğıma

Bir Müslüman gibi yaşamak arzusunu taşıyorum. Korku ve ümit arasında kurulmuş kurtuluş köprüsünü terk etmek istemiyorum. Kime varacağımı biliyorum çünkü. Ve Şanlı Peygamberimize (aleyissalâtüvesselâm) suâl eden o aziz bedeviye hak veriyorum:

– Ya Resulallah! Kıyamette insanların hesabını kim görecektir?

– Allahü Teâlâ görecektir.

– Bizzat kendisi mi?

– Evet.

Sevinçle güler Büyük Bedevi… Ve Server-i Âlem ona niçin güldüğünü sorar…

Der ki: “Kerem sahibi gücü yettiği zaman affeder, hesap gördüğü vakit de müsamaha eder.’’

“Doğru söyledin.’’ buyurur Habib-i Zişan; ‘’Cenâb-ı Kibriya’dan daha keremli kimse olamaz. O, her keremliden daha keremlidir…’’

Biliyorum, cürmüm ile varacağım Hakk’ın mizanına.

Fakat vazgeçmeyeceğim sığınmaktan Kerîm-i Mutlak’ın fazlına:

Yâ İlâhî kıl ‘inayet ‘abd-i pür-‘isyânına

Baş açık yalın ayak geldim senin divanına