Bu yazıda Ortadoğu insanını tamamen pasif bir konuma oturtarak, bütün iradeyi Batı’ya teslim edecek değilim. Eğer bunu yaparsam, hem meseleyi romantik/arabesk bir mecraya taşımış hem de bölgenin kendi dinamiklerini yok saymış olurum.
Bu sebeple meseleye her iki tarafı da görerek bakmayı deneyecek, aynı zamanda da Edward Said’in ifade ettiği gibi, “anlık tecrübenin ötesine geçme”ye, “yaygın normların yanıltıcılığı”na da direnmeye çalışacağım.
Ortadoğu’ya, karşılaştırmalı metotlarla tahliller yapmış Fred Halliday’in gözünden de bakmayı deneyerek yaklaşmak gerekir. O, dünyanın bütün toplumlarının az ya da çok modernitenin yeni ama dayatmacı unsurlarından bağımsız olamayacağını ifade ediyor. Bu anlamda da şunu ekliyor: “Modernite evrenseldir ve ifade ettiğim gibi devletlere, ideolojilere, toplumsal hareketlere aynı biçimleri empoze eder.”
Modernitenin tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’ya da dayattığı şey elbette nasyonalist/milliyetçi akımlardır. Bu “domino etkisi” her coğrafyada kendi dinamiklerinin etkisiyle farklılıklar gösterse de tetikleyici noktası Batı’nınkinden farklı değildir.
Ortadoğu’yu Batı’dan önce sarsan şey, çıkarlar, egolar, mezhep ve kabile elitizminin eşlik ettiği, “Arap milliyetçiliği”dir. Üstelik buna devletler bizzat refakat etmiş, hatta çoğu zaman öncülük etmiştir. Her ırkçılık gibi buradaki de, “kendisini diğerinden üstün geren ve ötekini aşağılayan” bir ırkçılıktı; buna, “mikro milliyetçilik” örneği olarak bir Arap’ın başka bir Arap’ı aşağılaması da dâhildi.
Ortadoğu’daki karmakarışıklığın bölgeye ait önemli bir sebebini vurguladıktan sonra, Batı’yla ilgili boyutunu vurgulamak, bizi daha anlaşılır bir zemine taşıyacaktır.
Evet, Batı yaklaşık iki asırdan beri Ortadoğu için, hiçbir sosyolojik gerçeği, inanç ve değerlere dair kodu hesaba katmadan, Hamit Bozarslan’ın da ifade ettiği gibi, adeta bir bilgisayar mühendisinin kendi bilgisayarına konfigürasyon (yapılandırma) uygulaması gibi bölgede bir dizayn oluşturma çabasındadır.
Bu dizayn için gerekli olan her çaba planlı ve aşamalıdır. Her plan, bir diğer planın işini tamamlamasının ardından sahnede arz-ı endam etmektedir.
Bir önceki bölümde ifade ettiğim nasyonalist duygularla birlikte, “Sen mi üstün ben mi?” savaşı verenlerin bir araya gelmeleri imkânsız olduktan sonra, kalbi kırık ve biri birine öfkelilerin arasını yapmak için güya çok gönüllü(!) misyonerler devreye girdi.
Sonra içeriden kapılabildiği kadar da hain kapıldıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi zaten.
Şimdi ise Batı, kendi “düzen”inden önce bölgenin hafızasını, gücünü darmadağın etme aşamasına geçmiş görünüyor. Yani bu karmakarışıklığın, bir hafta sonrasını dahi kestirememenin ıstırabı budur.
Bu bölgede uygulanan konfigürasyon önce direnecek yapıların parçalanmasını sonra da tasfiyesini istiyordu. Bu tasfiyenin çabasının en önemli ispatı da DAEŞ ve PYD gibi yapılardır.
Çünkü bu tip örgütler, ilericilik ya da modernite talebiyle değil, bir “devlet”in olmayışına bağlı olarak ortaya çıkarlar. Yani bir boşluktan başka bir boşluğa doğarlar…
Küresel fikir ya da ideoloji akımlarına entegrasyon çok defa olduğu gibi Ortadoğu’da da kendi gerçeklerini dayatmış, kodlarından kopardığı toplumları savurmuştur.
Bölge, Türkiye gibi son tutunma noktalarını da kaybederse birileri, enkazın küllerini sıyırıp kendi inşasına başlayacaktır. Üstelik bu birileri geleneksel Batı olmayacak; öyle bir şey de yok zaten. Olsa olsa moderniteleri tarafından çürütülmüş ama kendilerini hâlâ “Kutsal Roma”nın varisi zanneden barbarlar olacaklardır.
Önemli aşamalar kazanmış olan bu yapılandırma sürecini elbirliğiyle sonlandırmak ve bu barbarlara kendi kayıplarını haykırmak zorundayız…
Roma medeniyetinin müflis varislerine, diğer ifadeyle “öldürmeyeceksin” diyen dinlerine karşı gelen günahkârlara, öldürmek istedikleri kodları değil, ölen kendi kodlarını hatırlatıp vicdanlarını sızlatmalıyız… Tabii o vicdan hâlâ varsa…