Eleştirilerin yoğunlaştığı asıl nokta, Başkanlık sisteminin iktidarı şahsileştireceği ve tanınan ayrıcalıklarla bir diktatörlüğe dönüşeceğidir. Öncelikle diktatörlükler denildiğinde akla gelen Nazi Almanya’sı, İtalyan faşizmi, İspanyol faşizmi; Stalin ve Mao dönemleri Komünizm uygulamalarına ve bunların hangi yollarla iktidara geldiklerine bakmak gerekir. Bu liderlerin tamamının Dünya savaşları sırasında ülkelerinin yaşadığı saldırı ve dağılmayı engellemek üzere ortaya çıktığını ve ırk esasına veya ağır ideolojik angajmanlara dayalı olarak işbaşına geldiklerini hatırlamak gerekir.
Görülüyor ki, diktatörlüğün oluşması hem yaşanılan dönemle hem de halkın çaresizliği ile yakından ilgilidir. Türk halkı artık 1930-40’ların açlık, işsizlik ve hastalıklarla boğuşan, İtalyan, İspanyol, Rus veya Çin halklarının çaresizliğinden çok uzaktadır. Mesela, İspanyol Faşizminin fikir babası ve icracısı olan Franco döneminde askerler yönetimde hakim, tek bir siyasi parti dışında partiler kapatılmış ve anayasa askıya alınmıştı. Hitler Almanya’sı da baştan sona üstün ırk esası üzerine kurulu, tektipçi, aşırı parti disiplini altında ve sosyal hayatta başka hiç kimseye hayat hakkı tanımayacak derecede totaliter bir sistem kurmuştu. İtalyan Faşizminde olduğu gibi, parti yanında bu sistem devlet korporasyonları ve sendikalar üzerine kendisini yapılandırmıştı.
1946’dan bu yana, Türkiye’deki askeri darbe dönemleri dışında benzer durumlar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Önümüzde, ekonomik, psikolojik ve eğitim düzeyi bakımından kendisini hızla yenileyen genç bir Türkiye nüfusu ve bir diktatörlük oluşmasına asla izin vermeyecek bir Türkiye potansiyeli vardır. Bu çerçevede, Türkiye’nin özgün şartları, Başkanlığın bir diktatörlük oluşturacağı iddiasını boşa çıkarmaktadır. Özetle, bu yönüyle Türkiye diğer bir ülkeyle kıyas edilemeyecek farklılıklara, tecrübe birikimine ve halk potansiyeline sahiptir.
Başkanlık sisteminin halkoylamasına götürüleceğine artık kesin gözüyle bakılıyor. Pekiyi farklı Başkanlık modellerinden hangisinin uygulanacağı sorusu üzerinde yeterince duruldu mu? Tartışılması gereken asıl önemli başlık bence burası. Sistemin hangi model üzerinden ülkeye geleceği oldukça önemli. ABD mi, Meksika ve Güney Amerika ülkeleri mi? Yoksa yarı başkanlık olduğu söylenen, gerçekte başkanlık sistemi ile yönetilen Rusya mı? Yoksa tamamen kendine özgü bir Türk modeli mi?
Basına yansıdığı kadarıyla başkanlık sisteminin “Türk Başkanlık modeli” olacağı, ancak büyük ölçüde ABD modeli üzerine kurulacağı söyleniyor. Bunun hemen ardından, federal yapılı, çift meclisli, iki kademeli bir seçim modeline dayalı ve iki partinin yarıştığı bir sistem kurulmayacağı da ekleniyor.
Pekiyi ABD başkanlık sisteminin temelini oluşturan bu temel kavramlar olmadan ABD benzeri bir Başkanlık sistemi kurulabilir mi? Bence böyle bir yapı kurulursa bu başka bir Başkanlık modeli olur ve aslında Türkiye’nin, ABD modeli bir Başkanlık sistemini mevcut yapısı içerisinde sürdürmesi şansı da yoktur. Zaten, ABD’deki eyalet sistemi veya AB’deki aşırı derecede güçlendirilmiş yerel yönetimler modellerinin benimsenmesi, Türkiye’de şu anda bölücü parti dışında kimsenin sıcak bakacağı bir öneri olmayacaktır.
Bunun için, Başkanlık sistemi gelecekse, kendimize özgü “Türk tipi başkanlık” modeli kurularak ve içeriği net şekilde belirlenip gündeme taşınarak oluşturulmalıdır. Ayrıca yapı, Başkanlık siteminin gelişinden rahatsızlık duyanların endişelerini giderecek sistem içi dengeleme mekanizmalarını içerecek tarzda kurulmalıdır.
Her ne kadar zaten mevcut partilerin kendi yönetim alanlarında bir anlamda parti içi başkanlık sistemini uyguladıklarını söylesek de halkoylaması öncesinde bütün partilerin beklentilerinin farklı olacağı veya pazarlık konusu yapmak isteyecekleri hususlar olacağı unutulmamalıdır. Bu sebeple, partilerden çok, halkın “Neden başkanlık sistemi” sorusunu kendi zihninde sonuçlandırabileceği tartışmaları artık bütünüyle çözmek gerekiyor.
En iyi sistemler kötü yöneticiler elinde canavara, en kötü sistemler ise iyi yöneticiler elinde ehlileştirilmiş bir küheylana benzerler. Mevcut parlamenter sitemimiz nasıl kusursuz değilse ve 1946’dan bu yana tam 60 yılda nasıl siyasi problemler ürettiyse yeni sistem arayışlarının kusursuz ve dikensiz bir gül bahçesi vadetmediğinin farkında olarak tartışmalara devam etmek gerekir. Fakat bu gerçek, daha iyi, etkin ve adil model arayışlarının önüne set çekmemeli. Tabii hukukun ideal adalet kavramına ulaşma ve ideal sistem arayışları yönündeki gayretler sistemik şekilde sürdürülmelidir.
“Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler” diyerek bu köşeyazı dizisini de burada tamamlayalım…