Pazartesi günü, İstanbul’da, Sabancı Öğretmenevi’nde, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın katılımıyla gazetecilere tanıtım için Eğitim Bilişim Ağı (EBA) toplantısı yapıldı. Fakat bunun benimle ne alakası var? Şu alakası var: Filmi biraz geriye sarıyorum. Geçen hafta, duydum ki Nabi Avcı 19 Ekim’de gazetecilerle buluşacakmış. “Vay be!” dedim “Bak seni gönderen yok, üstelik gideyim desen de gidemezsin”. Hem gazeteci değilim hem de her gazeteden bir kişi gidebiliyormuş, çoktan isimler verilmiş. İş işten geçmiş yani. Kendimi bir şekilde avuttum, seçim sonrası Nabi hocayı ayrıca ziyarete giderim diye düşündüm. Uzun zamandır gıyaben tanışıyorduk, henüz hiç görüşmemiştik. Ara sıra yazılarımı okur, yüreklendirici mesajlar atardı. Ben de daim ellerinden öperdim. Fakat yine de bir burukluk muhakkaktı ki Nabi Avcı’nın mesajı imdadıma yetişti. Sevgili Nabi amcam beni de davet ediyordu programa hem de Diriliş Postası Eğitim Sorumlusu olarak. Eminim ‘eğitim sorumlusu’ derken bıyık altından gülmeyi de ihmal etmemiştir. Varsın gülsün, çağırdı mı çağırdı. Gittim mi gittim. Ama nasıl?

Şöyle: Yakın zamanda -son 3 yıl- yanılmıyorsam Beykoz’a ikinci gidişim. İlk gidişimde Ebubekir Kurban o zamanlar Ülke TV’de Ramazan programı yapıyordu. Neydi ismi? İstanbul’da İftar. Heh, o günkü programa Hakan Albayrak, İstanbul Müftüsü amca ve Muhammed Berdibek gelmişti. Bir de Alpaslan Canbaz. Bu saydığım isimlerle -Ebubekir Kurban hariç- orada tanışmıştım ilk. Pazartesi günü de Nabi Avcı’yla tanışmış oldum, bir sonraki Beykoz seferim ne zaman acaba? Hangi güzel insanla tanışacağım? Nasip. Kendimi, yol boyunca, yağmurlu 23 Nisan müsamerelerinde stadyumda tir tir titreyen çocuklar gibi hissettim. Hani orada olmakla sevinçli fakat havadan ve kalabalıktan ötürü ürkmüş ve dahi üşümüş. Tamam, tamam abarttım. Altı üstü önceki gün üşütmüş, birazcık hastaydım. Toplantının ortasında hapşurursam nasıl bir senaryo çıkar ortaya diye düşünüyordum. Bu arada yazıhaneden fersah fersah öteye yani Beykoz’a bir şekilde vardık, ilaç üstüne ilaç içtim yolda. Toplantı boyunca grip ve gariptim.

Program saat 14’te başlayacaktı, dakik bakan Nabi hoca 14’ü üç dakika geride bırakarak salona giriş yaptı. Hepimize tek tek “Hoş geldiniz” dedi ve gülümsedi. Yaklaşık 25-30 kişiydik. Bende bir an için duraksadı, sanıyorum o an tanıdı beni fakat sesimi çıkarmadım. Tanıması gayet normaldi salondaki 3 sivil kişiden biri bendim, diğeri kravatına rağmen kendisi bir diğeri de kıvırcık saçlı ya uyuşturucudan ya uykusuzluktan ya da herhangi bir rahatsızlıktan gözleri kızarmış, mahvolmuş bir abi. Zaten o abi en erken çıktı toplantıdan. Bir de toplantı öncesinde “Kırmızı karanfil mi taksaydım yakama nasıl tanıyacak bu bakan beni?” gibi komik bir endişem vardı. Neyse ki gerek kalmadı. Nabi amca yerine oturmadan döndü bana ve dedi ki: “Ayşe Beyza mı?” Ben de onayladım Ayşe Beyza olduğumu. Zaten o an o kadar çok Ayşe Beyza’ydım ki. Bunun üzerine “Eyvallah, hoş geldin.” dedi ve oturdu. ‘Eyvallah’ değil de ‘eyvah’ dedi gibime geldi ve ‘eyvah’ demiş olma ihtimali daha eğlenceli.

Aşağı yukarı şöyle başladı konuşmasına: “Açıkça konuşmak gerekirse ki gerekir, bu önümde bulunan arkadaşların hazırladığı konuşma metnini ne yapıyoruz? Bırakıyoruz ve kendimiz konuşuyoruz.” deyip bıraktı konuşma kartlarını da mikrofonu da. Kendine has muzip bir üslupla konuşmaya başladı, EBA’yı anlattı. EBA kısmını mutlaka araştırın, oldukça ‘kışkırtıcı’, iddialı ve faideli bir çalışma. Ben sevdim.

Nabi hoca konuşmasının sonuna gelince Turgut Uyar’ın mevzu bahis olunan konuya da uygun olan Sibernetik şiirini hatırlattı ve aşkla okudu.

“üç kere üç dokuz eder / bilirsin / birin karesi birdir / karekökü de / bilirsin / ‘mutlu aşk yoktur’ / bilirsin / aşkın aşkla çarpımı / nedendir bilinmez / garip bir biçimde / hep sonsuzdur / karekökü de yoktur”

Başka şiirler de geçti toplantıda tabi. Mesela Haydar Ergülen’den İdiller Gazeli şiiri, mesela Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan İki Dil şiiri. Bir toplantı tüm takım elbiselere, ‘sayın bakanım’lara, kamera ve mikrofonlara rağmen bu kadar şiir gibi olabilirdi.

Program sonrası Nabi Avcı’ya kitaplığımdaki en sevdiğim kitabımı -pirimiz Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin büyük şahaseri A’mak-ı Hayal’in Kaknüs Yayınlarından geçen sene çıkan Filibeli’nin vefatının 100. senesi anısına özel baskısı-  “Dünyanın en güzel kitabını size hediye edebilir miyim?” diyerek takdim ettim. O da bana en az kendisi kadar zarif ve yine en az saçları kadar beyaz olan bir dolma kalem hediye etti. Zaten bildiğimiz, sevdiğimiz Molla Kasım da yanına gelen üniversite talebesine dolma kalem hediye etmeliydi. Öyle de oldu.

Vedalaşma vakti gelince kendimi tutamayıp cebimdeki minnak mandalina aromalı kolonyayı da Nabi hocaya verdim. Önceki gün almıştım, olağanüstü güzel kokuyordu, az biraz da kullanmıştım. “Başka bakan olsa vermezdim, her bakan anlamaz. Mandalina bu.” dedim. Güldü ve ceketinin cebine koydu. Yine görüşmek üzere sözleştik, herkese çok selam söyledi. Biz de mandalina koktuk.

Hülasa Nabi Avcı ya da Nabi amca ya da Nabi hoca veya en güzeli Molla Kasım bir güzel adam. Tüm meclise değer. O kesin.