Geçtiğimiz hafta İstanbul Valisi Sayın Ali Yerlikaya sosyal medya hesabından üzücü bir haber verdi. Sayın Vali, Ayasofya Camii’nin 16 yıllık müdavim kedisi Gli’nin bu dünyadan göçüşünü şu şekilde duyurdu:
“Gli’yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorum. 24 Eylül tarihinden beri Levent’teki özel bir veteriner kliniğinde tedavi gören #Ayasofya’nın kedisi Gli yaşlılığa bağlı olarak maalesef yaşamını yitirdi. Seni hiç unutmayacağız #Gli”
Sayın Vali’nin bir kedinin ölümüyle ilgili haberi verirken takınmış olduğu nezaketi çok önemsedim. Tabi ki Gli sadece bir kedi değildi. Ya da bazı kediler sadece kedi değildir! Gli’nin hayata gözlerini yummasıyla birlikte tuhaf bir ihtilaf içerisinde bulunan iki grup oluştu. Birileri Ayasofya’nın cami oluşunu bekledi derken diğer grup da cami oluşuna ancak dayanabildi gibi söylemlerde bulundular. Bu iki grup kısır tartışmalarını sürdüredursun, benim dikkat çekmek istediğim konu: insan, hayvan ve mekan ilişkisi.
Mekanları konuşurken onları yalın bir şekilde düşünemeyiz. Yalın kelimesinden kastım aslında onları ruhsuz düşünemeyeceğimizdir. Ayasofya Camii’ne Kedi Gli’nin kattığı bir ruh ve yaşanmışlıktır. O kediyle fotoğraf çektiren ve onu seven herkes o mekanın taşlarına bir buse konduruverir. Mekanların auraları (enerjileri) oraya ait olan ve ilişkide bulunan her şeyle ilintili olabilir. Aziz Mahmut Hüdayi Camii’ndeki kediler, Beyazıt Cami Avlusu’ndaki güvercinler, Fatih Camisi’ndeki deliler, Bursa Ulu Cami Avlusu’ndaki çocuk sesleri hepsi bize ait ve orayı bizden sonraki nesillere de sıkı sıkıya bağlayan haller…
Eskişehir’in Odunpazarı Meydanı’nda büyümüş ve koşturmuş bir çocuktum. Meydana dair hiç unutamadığım kişi Deli İbrahim’di. Küçük çocuklar biraz korkar, çekinir, onunla dalga geçer ama onu çok severlerdi. Benden önceki kuşaklar (babaannem dahil) Deli İbrahim’i yedirir, içirir, giydirirdi. Hakkında çokça efsaneler dönerdi. Ailesini tren kazasında kaybettiği konuşulurdu. Eskişehir’in ayazına rağmen ayakta duran ama hep farklı kelimeler sayıklayan bir ruhu vardı. Babaannemin ismi Şerife olmasına rağmen Türkan Abla diye hitap ederdi. Birbirlerini neredeyse 10 yıl hiç görmemiş olmalarına rağmen karşılaştıklarında yine Türkan abla diye hitap etmişti. Bir gün Deli İbrahim’in ölüm haberini aldık, nerede ölmüş, nasıl ölmüş, kimler defnetmiş hiç öğrenemedim. Deli İbrahim Odunpazarı’na bir ruh vermişti ve her taşına sinmişti bu… Şimdilerde Eskişehir’e gittiğimde meydanı bomboş görüyorum. O’nun eksikliğini hissediyorum. Camileri, meydanları ve başka başka mekanların içerisini bizler doldurduğumuz gibi bizler boşaltıyoruz.
Bu binalar binlerce yıl nasıl ayakta kalıyor diye düşünüyoruz. Süleymaniye’nin 5 asırdır ayakta kalmasını Mimar Sinan’ın dahiliğine ve matematiğine borçlu olsak da Süleymaniye’nin iç huzurunu yıllar içerisinde nasıl sağladığına da bakmalı. Bu ruh belki de heybetli Süleymaniye Camii’nin mimarı Sinan’ın türbesinin mütevaziliğinde gizli…
Mekanların insanlarla ve hayvanlarla kurduğu dili konuşurken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiirini hatırlatmadan bitirmemeli.
“Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”