Kültürel farklılıkların birer çatışma alanına dönüşmesi birkaç dar alanla sınırlı kalmıyordu. Hukuk, sosyal ve kamu alanını ilgilendiren hemen her konuda uyumsuzluklar yaşanıyordu. Ezanının yüksek sesle okunmasından, Türk çocuklarının kıyafetlerine, ikinci dil olarak öğrendikleri resmi dildeki yetersizlikleri dolayısıyla kasten “zeka özürlü” gibi muameleye maruz kalmalarına ve istisnai de olsa ölümle sonuçlanan ırkçı saldırılara maruz kalmalarına yol açtı.

Geçtiğimiz günlerde Alman mahkemelerinin ırkçı örgüt NSU tarafından yapılan ölümle sonuçlanan saldırılarda bir sanık dışında geçiştirmesi, bu noktada hafızaları tazeledi. Maalesef yaklaşık 60 yıllık bu uzun süreçte yeterli hukuki destek ve rehberliğin verildiğini söyleyemiyoruz.

Bundan 15 yıl önce Hollanda’da doktora sonrası çalışmalarım sırasında toplam bir yılda yaptığım gözlemlerin çoğunun halen aynı ağırlıkta devam ettiğini görüyoruz. Kendi getto ve cemiyetlerine çekilerek sıkışan ilk kuşakların aksine, ana dilini hiç bilmeyen veya birkaç yüz kelime ile konuşabilen bambaşka bir kuşak yetişti. Kendi kimliğini bilse de kültürünü bilmeyen ve Anadolu ile Avrupa arasında sıkışmış bu genç kitle, gerçekten ihmal edilmemesi gereken büyük bir nüfusu oluşturuyor. Hollanda’dayken kendilerine el uzatmaya çalıştığım birçok Türk genciyle ancak İngilizce iletişim kurmak beni üzmüştü. Pırıl pırıl ve iyi niyetli yüzbinlerce insanımız hala bulundukları ülkede “yabancı” görülürken Türkiye’ye geldiklerinde ise “Alamancı” nitelendirilmesi arasında bocalayıp kalıyorlar.

Yapılması gerekenlere gelince söz konusu ülkelerle bir empati kurarak, asimilasyon anlamına gelmeyecek bir entegrasyon konusunda AB hukuku koruması altında bir rehberlik gerekiyor.

Geçmişten bu yana Avrupa’da faaliyetleri olan Milli Eğitim Bakanlığının, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sahada daha aktif olması; Yunus Emre Enstitülerinin bu ülkelerdeki üçüncü ve dördüncü kuşağa Türkçe ve Türk kültürünü ileri seviyede iletebilmesi gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığının ise dil bilen en seçkin personeliyle bu ülkelerde var olması gerekiyor.

Gönlünü işine katanlar dışında, memur mantığıyla oralarda gün geçirecek diyanet personelinin veya öğretmenlerin bölgeye katacakları bir şey olmadığı çok açık. Herhangi bir ülkeye gönderilecek kamu personelinin henüz Türkiye’deyken en az 6 ay süreyle dil, kültür ve muhatap kitlenin sosyo-psikolojik yapısı ve beklentiler hakkında oryantasyon eğitimi alması gerekir. Aksi halde, elimizde geriye baktığımızda iyi niyetli, amatör ve sonuçsuz çalışmalar olarak istatistik kayıtlarında yer tutacak sayı kalabalıkları kalır.

Bütün bunları söylerken yaşadıkları ülkelerde o ülkenin insanlarını anlayan, çatışmacı olmayan, barışçıl, pozitif ve dili yüksek seviyede konuşan üçüncü ve dördüncü kuşağın ortaya çıkması umulur. Tabii ki böyle nitelikli bir kitlenin kendi kimlik ve tarihini bilmesi ve komplekse girmeden varlığını sürdürebilmesi herkesin menfaati gereğidir.