Denizden gelen sert rüzgârlar, dalgalara sarınıp sarmalanıp kayalıklarda patlıyor, eriyip milyonlarca su taneciklerine ayrılıyor. Hayatın “demir parmaklıklar” ile ayrıldığı pencere gerisinden, suların çekilişleri duyuluyor. Azgın dalgalar, yüksek kayalıklardan, ağlayan bir surattan süzülen ince gözyaşı gibi sızıyor deniz suyuna.

Günler, kayalıklardan kayıp gidiyor mütemadiyen cezaevi duvarları arasında. Pencere önünden geçen martılar selamlıyor içerideki 8 metrekarelik hayatı. Perdeleri olmayan bir odada ‘ümitsizlik’ içindekiler, “Hayat can sıkıcı bir tuzaktır” diye düşünüyor, kendilerini buraya getiren gerçeklerin üzerinden geçerken.

Dünya muazzam bir şafakla aydınlanırken, güneşin doğuşunu izleyemeyenlerin kalpleri, “eninde sonunda hepimizi bir tabuta çivileyip çukurun içine atacaklar” fikri ile dumanlanıyor.

İçeride olmak ile dışarıda bulunmayı ayıran şey, sıradan yargılar üzerine bile artık ‘karar verici’ olamayışıdır insanın.

Duvarlar hepimizi çepeçevre çevirmiş olsa da cezaevi şartlarında ‘dur’, ‘yürü’, ‘gir’, ‘kollarını kaldır’, ‘ayakkabılarını çıkar’, ‘konuşma’ gibi bir dizi soğuk talimatlar alırsın. Bir daha hiçbir kapıyı kendin açamazsın. Cezaevi duvarları ile hayattan tecrit edilmişsen eğer, nerede duracağına, nerede yatacağına, ne zaman kalkacağına, ne yapacağına ‘senin dışındakiler’ karar verir. Sana düşen ise 7 metrekarelik hücrede göz göze geldiğin martıların özgürlüğüne imrenmek olur.

Hayatının şafağının yeniden ışıyacağına, doğruların galip geleceğine, sokağında bir gün martılarınki gibi özgürlük olacağına, iyi günlerin geleceğine inanmak olur. Bekleye bekleye yorulursun. Burada hayatını alt üst eden gerçekler ile yüzleşirsin.

Kalan ömrünü sürdürebilmek için vidayla yere sabitlenmiş bir yatak, sabit bir çelik dolap, plastik masa ve sandalye bulunan hücrede oturabilir veya yatabilirsin. O çok sevdiğin “sırtüstü yatma” keyfi burada batar insana. Kalkıp yürüyemez, eğilip bükülerek en fazla küçük adımlar ile 7, büyük adımlar ile 5 adım gidebilirsin.

Elini uzatabileceğin bir kütüphane olmaz kalın demir kapıların gerisinde. Fırından ekmek alamazsın, deniz göremezsin, ağaca bakamazsın, çiçeklerin, çimenlerin, yağmur ve toprağın kokusunu duyamazsın.

Ot bitmeyen 35 metrekarelik avluda “sınırlandırılmış” bir hürriyet yaşarsın ‘havalandırma’ adı altında, günde birkaç saat. İşte bu zamanlarda, saçlarının arasından rüzgâr geçtiğini hissedersin.

Bu yüzden dikkat edin; ışığınız azalmasın, karanlığınız artmasın. Çünkü hepimiz, kendi cezaevimizi sırtımızda taşıyoruz. Suların çekilişlerini demir parmaklıklar gerisinden değil, kayalıklara yakın sevdiğiniz ile izleyin; hissedin.