Türkiye’de akademinin sorunları saymakla bitmez. Neredeyse herkes de bu görüştedir. Eski YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya›nın, görevinin başındayken “YÖK yok olmalı” dediği bir evrende yaşıyoruz sonuçta. Daha ne olsun. Bu da biraz burada dursun.
El-hak, eski zamanlarda yaşamış ilim ehlinin elinden her iş geliyordu. Tıp, felsefe, astronomi, mantık, geometri ve diğerleri… Nedeni ise gayet açıktı. Bütün ilmi birikimi öğrenmek için bir insan ömrü bol bol yetiyordu. (Mesela İbn-i Sina neredeyse bütün pozitif bilimleri bünyesinde toplamış bir ilim adamı olarak dünya tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. İbn-i Sina’nın özellikle tıp alanındaki çalışmaları Batılıların da ciddi şekilde ilgisini çekmiştir. Öyle ki 1700’lü yıllara kadar, yüzlerce yıl İbn-i Sina’nın Şifa Kitabı Batı üniversitelerinde temel ders kitabı olarak okutulmuştur.)
Ve dünya yavaş yavaş değişmeye, ilmi birikim giderek artmaya başladı. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl hemen her alanda ilmi bir patlamanın yaşandığı dönem olarak bizim evrende ayrı bir yere sahiptir. Bu ilmi patlamayla birlikte, artık bütün ilmi birikimi öğrenmek için bir değil, bin insan ömrü dahi yetersiz gelir oldu. Bu yüzden de ihtisaslaşma dediğimiz şey bilimin ayrılmaz bir parçası haline geldi ve tamamiyle normal karşılanır oldu. Eski zamanların tıptan astronomiye, felsefeden kimyaya her şeyi bilen ilim adamları gitti, yerine belli bir bilim dalının belli bir alt dalının belli bir alanına yoğunlaşmış ilim adamları geldi. Buna da tersine dönmüş T diyelim, görüntüyü kurtaralım dediler: Tüm bilimlerden temel seviyede bir şeyler bilen (ters T’nin yatay kısmı) ve kendi alanında da epey bilgili olan (ters T’nin dikey kısmı) ilim adamı profili… Ha tamam o zaman.
Aslında o kadar da tamam değil. T’nin ihtisaslaşmayı simgeleyen dikey kısmının artık epey inceldiğini ve koptu-kopacak bir duruma geldiğini gözlemlemeye başladık. Öyle ki uzaktan bakınca artık dikey kısmın hiç görünmediği durumlarla karşılaşmak işten bile değil. Geriye ne kalıyor? T’nin yatay kısmı… E o da aslında daha çok bir çeşni gibi, “olsa da olur olmasa da olur, makbulü de az olanı” bakış açısıyla değerlendiriliyorsa… Yandı gülüm keten helva. Sonuçta ortaya çıkan ilim adamı figürüne insan bakmaya korkuyor. Öte tarafa bakıyor.
Öte tarafta da sosyal bilimler var. Bunlara niye ayrı ayrı bilim demişler, ilk önce onu anlamak icap ediyor. Olmuş olanı mutlak olması gereken olarak bellememek lazım, değil mi? Uluslararası ilişkiler bölümünün ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyaset biliminden ayrıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Ya da siyasetin iktisattan ayrıldığı dönem de 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncelerine rastlıyor bu evrende. Eskiden iktisadın adının da Politik İktisat olduğunu söyleyeyim üstüne. Ne kadar da güzel…
Şu anda bilim dünyasının en büyük sorunlarından birisi aşırı ihtisaslaşma. (Kanaatimce en büyük sorun ise metodolojide ve bilim felsefesinde, fakat bu bambaşka bir konu.) Ters T’yi hatırlayın. Ve bilim dünyasında bunun yavaş yavaş farkına varılıyor ve aşırı ihtisaslaşmanın negatif etkisini bir nebze de olsun kırabilmek adına disiplinlerarası çalışma teşvik ediliyor, hoş karşılanıyor.
Bizde? Bizde ise disiplinlerarası çalışma hiç hoş karşılanmıyor. Hatta bildiğiniz ayıp bir şey. Öyle ki toplumun bile iliklerine kadar işlemiş bu anlayış. Ve bu durum sosyal bilimler için özellikle can sıkıcı. Zira iktisadı siyasetten, psikolojiden, sosyolojiden bağımsız düşünemezsiniz. Daha iyi iktisatçı bu alanları da daha iyi bilen iktisatçıdır. Bu siyaset bilimci için de sosyolog için de aynen böyle geçerli. Metodolojiyi de unutmayalım tabi.
Zamanımızda asıl sorun aşırı ihtisaslaşma iken, bunu bir de körüklemen hiç hoş değil. Bil istedim, sevgili Türk akademisi ve matbuatı.