Tartışıyoruz, tartışıyoruz.

Daktilo misali her defasında başa dönüyoruz.

Uzmanlar, profesörler, pedagoglar konuşuyor, yazıyor ama istenen netice alınamıyor.

Peki, n’oluyor da bir şeyler ters gidiyor bu maarif sistemimizde?

Söyleyeyim.

(Bu işin müdavimi büyüklerimden özür dileyerek tabi ki);

Özgün bir Türk eğitim müfredatı getirmek istiyorsak eğer, öğrencinin kendine ve okuluna karşı güvenini zedeleyen her türlü faktörü, sınıf içi sınavları ortadan kaldırmamız gerekiyor. Sınavlar sadece, diploma edinme amaçlı ‘merkezi’ olarak, yılda en fazla 4 defa yapılabilir.

O da, şimdilik!

İkinci husus, karnelere monte edilen, öğrenciler arasında tefrika yaratan kurdele, takdir/teşekkür belgesi gibi her türlü absürt kavramı yok etmemiz üzerinedir.

E iyi de, yerlerine ne getirelim?

Kolayı var.

Ne demiş, rahmetli Demirel?

“Efendim, binaenaleyh, demokrasilerde çare tükenmez”.

Öğrencilere, sosyal aktivitede bulunabilecekleri bir kuruma, 1 yıllık abonelik hediye edilebilir mesela.

Olmadı laptop, tablet, kitap seti gibi gelişime teşvik edici hediyeler sunulabilir ama sınıf birincisi, ikincisi, üçüncüsü gibi ulaşılması zor, yıldırıcı hiyerarşik katmanlara göre değil, belli bir puantaj çıtasını aşan her öğrenciye sunulmalıdır.

Bunların hepsi, külfet tabi ki de…

Farkındayım!

Yüzlerce işadamımız var memlekette.

Birer laptop, tablet feda edemiyorlar mı, şu ülkenin geleceğine?

Bugün o laptopla ders çalışıp başaran, bir yerlere gelen çocuklar, yarın o holdinglerin önemli kademelerinde istihdam edilmeyecekler mi?

Ve bu sayede, beyin göçünün önüne geçilmeyecek mi?

Çocuk, “devletim bana sahip çıkıyor” güdüsüyle, derslerine daha sıkı sarılmayacak mı?

Bunları düşünmek lazım…

Üçüncü koşulum ise ders saatlerinin ve çeşitlerinin düşürülmesi üzerinedir.

Bana göre öğrencilerin, günde 6 ila 8 saatlik o yoğun, o yorucu, kasvetli, verimsiz ders maratonuna sokulması yerine, en fazla 4 ya da 5’er saatlik dilimlerde okutulması, en azından verim açısından daha işlevsel olacaktır.

Diyeceğim o ki;

8 saatte hiçbir şey öğretemeyene kadar, 4 saatte adam gibi öğretelim.

Ama öğretelim!

Ders çeşitlerine gelince…

Bırakınız, tüm dersler seçmeli olsun!

Ciddiyim!

Bu matematik baskısı niye mesela?

Herkes matematik öğrenecek diye bir kaide var mı?

Öğrenmek istemeyen, öğrenmesin efendim.

Zorla burunlarına tepiyoruz da, n’oluyor?

Ne değişiyor?

Sevmediği mamayı, ağzına teptiğimiz bebeler misali…

Sondan kaçıncıyız matematik başarısında, ortada değil mi?

Kim, neyi istiyorsa onu seçsin ve okusun.

Sonuçta, öğrencinin önüne belli başlı dersler konulmayacak mı?

Her kategori için ayrı birer sınıf açılmayacak mı?

Açılacak.

Tıpkı lise ikinci sınıftaki branş seçimine benzer bir seçim usulü, niye olmasın?

O sınıflara, sonuçta seçilen derslerin öğretmenleri girmeyecek mi?

Girecek.

Zor bir şey değil ki bu!

Son olarak;

Bakınız bizler, kamu mallarına pek saygılı olmayan bir milletiz.

Doğruya doğru!

Okul sıraları “Ayşen <3 Serhat”larla dolu.

Vernikler 1 yıl dayanmıyor!

Affedersiniz, tuvalet ve çevre temizliğimiz de aynı şekilde.

Rezalet! Hizmetliler ne yapsın, nereye yetişsin?

Bu terbiyeyi çocuklara ve gençlere vermek için bizim, Japonya’yı model almamız yeterlidir. Ben, çok beğeniyorum Japonları bu konuda.

Okulda hizmetlinin yetişemediği yerleri, öğrencilere temizletelim, bakın bir daha yapıyorlar mı aynı hatayı! Vernikleri de onlara yaptıralım, her türlü tamiratı da… Sonucu hep beraber görelim.

Emin olun, gözleri gibi bakarlar, gözleri…