Geçtiğimiz günlerde ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda “ABD-Türkiye İlişkilerinde Öncelikler ve Zorluklar” başlığı altında bir oturum düzenlendi. Konuşmacılar Türkiye’yi sıkı bir şekilde eleştirdiler ve ardından eklediler; Türkiye, ABD’nin eski ve başarılı bir müttefiki gibi davranmıyor. Konuşmacılar, kısaca, Türkiye’nin, DAEŞ’e karşı mücadele, Suriye’de barışın tesisi, Mülteci akınıyla başa çıkma, İran’a karşı mücadele ve Rusya’nın nüfuzunu önleme konularında ABD ile birlikte hareket etmesi gerektiğini savundular. Özetle, Türkiye’nin sadece ABD’nin yüce menfaatleri için çalışması telkin ediliyor. Ya Türkiye’nin menfaatleri ne olacak? Bu soruyu henüz soran yok. O halde, ABD’nin Soğuk Savaş Dönemi’nden kalma, müttefiklik hiyerarşisi anlayışını henüz terk etmediğini ileri sürmek abartı sayılmaz.

Konuşmacılar arasında bulunan “Council on Foreign Relations” adlı düşünce kuruluşu uzmanı Steen Cook, Türkiye’de yükselen Amerikan karşıtlığı ve Amerika’nın çıkar ve hedeflerine ters düşen politikalar nedeniyle Türkiye’nin statüsünün yeniden değerlendirilmesi gerektiğini ve hatta silah ambargosundan İncirlik Üssü’nün kapatılmasına kadar bir dizi yaptırımın Türkiye’yi yola getirmek için kullanılabileceğini savundu. Daha da önemlisi, Cook’un, “ABD’yi, YPG’yle çalışmaya Ankara mecbur bıraktı” tezini savunmasıydı. Bir diğer konuşmacı Dışişleri Bakanlığı’nda Güney Avrupa ve Doğu Akdeniz dairesi müsteşar yardımcısı olarak Mayıs 2016’ya kadar görev yapan Amanda Sloat ise, Türkiye’nin jeopolitik öneminden dolayı “Türkiye’yi Batı topluluğunda tutma çabalarının devam ettirilmesi” gerekliliğini savundu ve ekledi: “Bu amaç doğrultusunda Türkiye’de demokrasiyi savunanlar desteklemelidir.” Peki kim bu “demokrasiyi” savunanlar?

Görüldüğü üzere, ABD her konuda kendini haklı görüyor ve Türkiye’ye karşı empati kurma yaklaşımı bile göstermiyor. Hem Türkiye’yi müttefik olarak adlandırıyor hem de tüm meseleleri yalnızca kendi çıkarları bağlamında değerlendiriyor. 1964 yılında Johnson Mektubu kriziyle başlayan, Türkiye’nin ABD’ye karşı güven bunalımı, ilerleyen zamanda daha da derinleşti. Fakat kimse bunun nedenleri üzerinde pek durmuyor. Buna mukabil ABD, tüm ilişkileri 2003 yılında yaşanan 1 Mart tezkeresi üzerine bina ediyor ve bu noktada Türkiye’nin ABD’yi hüsrana uğrattığını ifade ediyor. Hatta, ABD’nin YPG’ye silah yardımı yapmasını bile bu gelişmeye bağlıyor.

Mutlak çıkara dayalı uluslararası ilişkilerin ikiyüzlülüğü burada bir kez daha tüm çıplaklığıyla kendini gösteriyor. Neden mi? 1 Mart tezkeresi TBMM’nin almış olduğu demokratik bir karardı. Kararın yanlışlığı veya doğrulu tartışılır ama demokratik usulüne laf söylenemez. Ama buna rağmen “Demokrasinin Koruyucusu ABD” demokratik bir karar almanın bedelini Türkiye’ye, onu “Beka Paranoyasına” sokma pahasına ödetmeye çalışıyor. Demek ki, bir kararın demokratik olup olmadığı, tamamen ABD’nin çıkarıyla ilgili bir konudur.

Aynı ABD, şimdilerde, Türkiye-Rusya yakınlaşmasını ve S-400 olayını “Türkiye’de Çok Rahatsız Edici Gelişmeler” olarak yorumluyor ve yine kendi çıkarlarını İnsan Hakları ve Demokrasi zırhına gizleyerek bunu yapmaya gayret ediyor. Türkiye ABD’yi Ortadoğu’da PYD/YPG’ye mahkûm etmişse, ki bu görüş onlara aittir, ABD’de de Türkiye’yi Rusya’ya mahkûm etmiştir. Eğer iki müttefikten bahsediliyorsa, ABD ve Türkiye, ortada bir ittifak vardır, ittifak varsa o halde karşılıklı çıkara dayalı bir denklem söz konusudur. Peki bu tek taraflı denklem neyin nesi!