Önce hak konusuna bakalım;

Haklar üç şekilde ele alınır:

-Allah’ın (cc) hakkı,

-Kulun hakkı,

-Her ikisinin de bir arada bulunduğu haklar. Bir kısmında Cenab-ı Mevlâ’mızın hakkı ağırlıklıdır, bir kısmında ise kulun hakkı ağırlıktadır.

Kul hakkı deyince ne anladığımız herhalde bellidir.

Hani zaman zaman;

“-Hakkımı yediler,

-Hakkımı gasp ettiler,

-Bu adam bana haksızlık etti,

-Şu benimdi, elimden aldılar,” gibi pek çok deyimler işitiriz ya… Bir insanın gerçekten kendine ait olan maddi veya manevi bir değerini, zorla ya da aldatmacalarla elinden almak. Onu, o kıymetten mahrum etmek. Tabii ki böylece o insana zulmedilmiş olunur. Bunun içindir ki zalimler, insanların haklarını gasp eden zorbalardır. Zalim de sadece, elinde kılıcıyla veya silahıyla ya da işgal ettiği makamıyla, halka zulmeden amirler olarak anlaşılmamalıdır. Hem onlar ve hem de zenginliğiyle kişileri mecbur bırakarak ezenlerdir. Böylece çeşitli şekillerde insanların haklarını ele geçiren kimselerdir. Hepimiz böyle kimseleri az çok görür, bilir ve tanırız.

İşte o zalimlerdir ki; insanların haklarına riayet etmezler.

İşte o zalimlerdir ki; insanları aldatırlar, haksız kazanç elde ederler,

O zalimlerdir ki; yetimlerin haklarını yerler,

O zalimlerdir ki; kendilerine gelen dünyalıkların nereden ve nasıl geldiğine hiç aldırış etmezler,

O zalimlerin kalbinden merhamet hissi adeta sökülüp atılmıştır. Bundandır ki ne insanlara ve ne de hayvanata ve yahut da Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği nimetlere hiç mi hiç acımazlar. Hâlbuki merhamet, imandandır.

İşte bunun içindir ki mü’min zulümden ve zalim olmaktan korkar, kaçınır. Zira zalimlik, kâfirlerin sıfatıdır.

O bilir ki, Allah zulmü yasaklamış, zalimi de lânetlemiştir. Yine o bilir ki; kul hakkının püf noktası burada düğümlenmektedir. Kul hakkına ise, yüce Yaradanı bile karışmamakta, O’nun Rasûlü de, kul hakkıyla ölen bir kimsenin cenaze namazını dahi kılmayacağını söylemektedir.

Bunu yapan aldatmıştır ve Sevgili Nebi (s.a.v.) de; “aldatan bizden değildir,” (Müslim, iman 164) buyurmuştur.

Yine o,  zulmün bir parçası olan haksız kazanç elde etmekten de çok korkar. Zira onun, Rabbi tarafından cezası büyüktür.

Mevlâmız “zulmü yasaklamıştır.”

Kur’an-ı Kerim’de kâfirlere zalim denir. Çünkü onlar, kendilerini de, kâinatı da yaratan Allah’uzü’l-Celâl’imizin ayetlerini inkâr etmektedirler. Böylelikle onlar, zulmün en büyüğünü işlemektedirler. Tabii ki bu zalimlerin hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Onlar için Mevlâ’mız şöyle buyurur:

“-Zalimlerin ne müşfik bir yakını, ne de (şefaati) dinlenebilecek bir aracısı yoktur.”(40 Mü’min 18)

Biliniz ki kâfirlerin pek çoğundan, zulmün her çeşidi beklenebilir. Çünkü onları iyiye ve Hakk’a yöneltecek imanları yoktur.

Mü’minlerin de mesela haksız kazanç elde etmesi bir çeşit zulümdür. Ya da kişilerin çeşitli durumlarındaki haklarına riayet etmemesi de aynıdır:

İşte bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“-Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyamet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacak)tır.”(Müslim, birr 56 (26789)

Zulüm, adaletin zıddı olarak bilinir. Zulmedenler, adalete riayet etmeyenlerdir. Mü’min adil olmak zorundadır. İmanına yakışan da budur. Cenab-ı Hakk da adaleti emredip, zulmü yasaklamıştır. İşte her cuma hutbesinde dinlemiş olduğumuz ayet-i kerimede Rabbimiz, bakınız neleri emretmiş ve neleri yasaklamıştır:

“-Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(16 Nahl 90)

Kur’an-ı Kerim’in en çok hüküm ifade eden bu ayeti, hakikaten bir toplumun nizamını sağlayacak en güzel amiller olarak karşımıza çıkar. Onların yerleştiği ve uygulandığı bir milletin idaresi çok daha uyumlu ve insanları huzurlu olur.

İşte bu emirlerin zıddını yapanlar ise zalimlerdir ve onlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:

“-İçinizden kim zulmederse, ona büyük bir azap tattıracağız.”(25 Furkan 19)

Evet. Allah’ın (cc) koyduğu hükümler ve haklar dururken nefsinin istek ve arzusuyla hareket ederek hükmedenlerin hali ne olacak? 

BUGÜNKÜ ZALİMLERE NE DEMELİ?

Yukarıdan beri anlattıklarımız aslında, kul hakkının önemini bir hayli ortaya koymaktadır. Şüphesiz ki kulun en önemli hakkı can hakkıdır. Hak etmediği ve kendisine ceza veren şer’i bir mekanizma olmadığı halde bir cana kastetmek, kesinlikle haram kılınmıştır. Yani bir insanın öncelikle yaşama hakkı vardır. Bakınız bu konuda ayet-i kerime ne kadar açık ve ne kadar derinlemesine bir mana serdetmiştir:

“-Kim, bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın(haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.”(5 Maide 32)

İşte İslâm’ın prensibi… Ne kadar muhteşem değil mi? Bir insanın ölümü, insanlığın ölümü, bir insanın kurtarılması ve ölümden korunması insanlığın kurtulması. “Ne yüce bir mefkûredir bu Ya Rab!” demekten kendimizi alamıyoruz.

İslâm bunu, sadece kendi inancını paylaşanlara değil, tebaası altında yaşayan herkes için der ve uygular. Zulme uğrayan fertler ve milletlerin hepsi için. İslâm’ın gerçekten tatbik edildiği güçlü bir toplumu görmek, keşke bize de nasib olsa.

Bugünün insanlığına bir bakınız kardeşlerim… İlim ve teknikte zirveye oturanların, yoksul milletlere yaptıklarına hele bir göz gezdiriniz. Menfaatleri uğruna neler yapabiliyorlar değil mi? Milletleri fakirleştirmek ve onları açlıkla teslim almak, o büyük canavarların yegâne prensibidir. Ekonomik ve politik savaşlarla. Ya sıcak savaşları? O da çok acımasız. Sivil insanların çektikleri acılara bakın! Hele onlar bir de Müslümansa… İslâm’ın savaştaki şefkat ve merhameti bile, onlara binlerce defa ders verici niteliktedir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Efendimizin, İslâm Ordusu komutanı olan Üsâme b. Zeyd (r.a.) e tavsiyeleri bakınız nelerdi:

“-Hıyanet etmeyiniz, eza etmeyiniz, haddi aşmayınız, kimsenin azasını kesmeyiniz. Çocukları, ihtiyarları, kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Yemiş veren bir ağaca dokunmayınız. Deve, koyun, inek gibi hayvanları gıdadan başka bir maksad için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş insanlara rast geleceksiniz. Onları kendi hallerine bırakınız.”

İslâm’a haince saldıranların, bu tavsiye ve prensiplerden alacağı çok dersler vardır. Cenab-ı Hakk basiret versin. Zira güzel dinimiz, gayr-i müslim de olsa beraber yaşadığı insanların canına, malına ve ırzına göz dikmeyi yasaklamıştır. Onların hakkını gasp etmeyi de, kul hakkı olarak saymıştır. 

YAŞAMA HAKKI

İnsanların yaşama hakkı vardır demiştik. Yani mü’min, mü’minin kanını dökemez. Buna ilâveten mal ve ırz da zikredilir. Efendimiz (s.a.v.) kul hakkının en bariz görüldüğü bu üç şey hakkında, Veda Hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır:

“-Şüphesiz ki kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize kesinlikle haramdır.”(Müslim, kasame 30)

Canın azizliği ve korunması hususunda yine şöyle buyururlar:

“Kıyamet gününde insanlar arasında, hükmü verilecek şeylerin ilki; kandır.” (Yani cana kasıtla ilgili konulardır.)(Müslim, kasame 28 (1678)

İslâm’da hakikaten mü’minin canına ya da azalarına kasıt büyük günahlardan sayılmıştır. Bile bile bir mü’mini öldüren kişi, öldürülecektir. Ya da bilerek bir azaya kastedene, yine misilleme uygulanacaktır. Veya bunlar karşılığında zarar gören taraf, diyete de razı olabilir. Diyet ise o kadar basit değildir. Kasten bir mü’min kardeşini öldüren kimse, 100 deve bedelini ödeyecektir. Bu ise az para tutmaz.

İşte Allah’ın (cc) bizlere gönderdiği hayat dini İslâm’ın, cana verdiği önem… Karşılığı ya ölüm veya diyet. İşte caydırıcı unsur. Üç beş kişiyi öldürüp de bir miktar hapiste yatan insan, bir de bakıyorsunuz ki dışarıda. Bu insanı ölümle mahkûm etseniz hemen “-Nerede insan hakları?” derler. Pekiyi o bir kişi, o üç beş kişiyi öldürürken insan hakları neredeydi? Onlar can taşımıyor muydu? Yoksa onların eşleri, yavruları yok muydu? Gözleri kanlı yaşlı anaları kalmadı mı arkalarında? Halbuki mü’minlere saldıran o devletlere bir baksanız; nice çeşit işkencelerle dolu idamlar, mevcuttur. Ama kendilerine insan hakları (!) falan tesir eder mi hiç?

Hâlbuki Allah’ın (cc) hükümlerinde gerçekten hayat vardır, kurtuluş vardır, huzur ve sükûnet vardır. Bir milletin saadeti ve yükselmesi onları tatbik etmesine bağlıdır. İşte bunun içindir ki Cenab-ı Hakk, kısası bize şöyle emir buyurur:

“-Biz (Tevrat’ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (olmak üzere kısası) farz kılmıştık. Keza yaralara karşı da kısas vardır. Bununla beraber, kim kısas hakkını bağışlarsa bu, kendi günahlarına bir kefarettir. Zira kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte asıl zalim olanlar onlardır.”(5 Maide 45)

Gördüğünüz gibi Tevrat’ta da kısas vardı, Kur’an’da da var. Zira bu, insanların en tabii hakkıdır. Kişinin kanına yani canına ya da azalarına kasteden insana, tabii aynı yolla cevap vermek en adil olan yoldur. Zira adaletin gerçek uygulayıcısı ancak yüce Yaradanımız ALLAH’dır (cc). Bizi yaratan O’dur. Nasıl yaşarsak huzur ve saadete ulaşabileceğimizi de, çok tabiidir ki O bilir. O halde hüküm koyma ve ona uyulmasını isteme hakkı da ancak O’nundur. Bunun içindir ki Rabbimizin kısas emrinde hayat vardır:

“-Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri. Tâ ki sakınasınız.”(2 Bakara 179)

İşte kan akıtmanın, cana kastetmenin önemi. İşte kul hakkına verilen değer. Zira bir insana yapılan haksızlık olduğu gibi kalırsa, hakkı araştırılmaz ve hakka tecavüz edenin cezası verilmezse, o zaman anarşi olur. Çünkü bu zulümdür ve yüce Mevlâ’mızın zulme asla tahammülü yoktur. Tabii ki bu zulmü işleyenler de ayet-i kerimede haber verildiği gibi, zalimler olarak belirtilir.

Bir hadis-i şerif var ki kıymetli kardeşlerim, kul hakkını çok düşündürücü bir şekilde bizlere hatırlatır. Şöyle ki;

“-Haklar, kıyamet günü elbette sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyuna kısas yapılacaktır.”(Müslim, birr 60)

Eşsiz dinimizin haklar konusuna verdiği değeri anlamak için, bu hadis-i şerif bile kâfidir. Sorumsuz olan ama vazifesi insana hizmet olan hayvanatın bile kıyamet gününde, şayet aralarında haklarıyla ilgili bir davaları varsa diriltileceklerini; haklar yerini bulduktan sonra toprak olacaklarını belirten bir dini düşünün. Acaba bu dinin, insanların hakları konusunda ne kadar titiz olacağını kavrayabiliyor muyuz? En ince ayrıntıya kadar. İyilik ve kötülük yönünden her şey karşılığını bulacaktır:

“-Her kim zerre miktarı hayır işlemişse onu görecek, kim de zerre miktarı kötülük işlemişse, onun (cezasını) çekecektir.”(99 Zilzâl 7,8)

O yüce Halık’ımız gerçek ve tek hâkimdir o gün:

“-Allah, hâkimlerin Hâkimi değil midir?”(95 Tîn 8)

O gün hesap var. Allah (cc) hakkından da, kul hakkından da. Yani; O yüce Rabbimizi Rab olarak tanıyıp tanımamaktan ve O’na kulluk yapıp yapmamaktan da; kullarla olan münasebetlerde haklara riayet edip etmemekten de… Zira Adalet-i İlâhi tecelli edecek ve o mazlumların ahı alınacaktır. Dünyadayken hakkı elinden alınarak ağlatılan o insanların gözyaşları dindirilecek ve zalimler mutlaka cezalarını çekeceklerdir. İşte Tehdîd-i İlâhi:

“Sonra hesaplarını görmek de elbet bize düşer.”(88 Ğaşiye 26)

Bütün bu hakikatleri bilen mü’min, iyi bir yaşayış, dürüst bir hal tarzı sergiler.

Zaman zaman insanların hakları sayılır, sıralanır. Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, ailevi hakları, mesken, seyahat, eğlence hakları, siyasi haklar, eğitim ve öğretime ait haklar, fikir hürriyeti v.b… Yirminci asırda bunlar sayılıyor iken, acaba yüzde kaçı uygulanabiliyor ki! Ama İslâm’ın hüküm sürdüğü bir beldede bütün bunların tatbik edilir olduğunu görürüz.

Kimse kimsenin malına, toprağına kastedemez:

“-Kim bir karış yeri zulmederek alırsa, yedi (kat) yerler boğazına geçirilir.”(Müslim, müsakat 142)

Bu emri bilen ve ona inanan her mü’min, insanlarla olan muamelelerinde buna dikkat etmek için gayret eder. Bu korku onu, insanların malına karşı daha duyarlı olmaya, alış-verişlerinde daha dikkatli davranmaya sevkeder.

Bunun içindir ki mü’min kişi elindeki metresine ve terazisine karşı çok hassastır. Eksik vermek şöyle dursun, bir miktar fazla vermek onun prensibidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de helâk olan kavimlerden bahsedilirken, onların kötülüklerinden birisi olarak da ölçü ve tartıya dikkat etmedikleri belirtilir. Eyke halkına gönderilen Şuayb (as) onları Hakk’a davet ederken, bir taraftan da yaptıkları kötülüklerden dolayı uyarıyordu:

“-Ölçüyü tam yapın ve eksik tartanlardan olmayın.

Doğru terazi ile tartın,

İnsanların hakkını eksiltmeyin, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın.”(26 Şuarâ 181-183)