Dünya uygarlık ve medeniyetlerin yolculuklarının her zaman kendilerine göre zihinsel bir inşası, fikirsel bir rotası vardır. Bu inşa ve rota devletin köklerini, sürekliliğini ve geleceğini kurmasında hayati öneme sahip... Çünkü devletler bu politikalarla var olabilecekleri ya da tekâmül sürecine girebilecekleri bir alan tesis ederler kendilerine.
Baktığımızda her milletin (burada millet kavramını söz birliği yani inanç bağlamında kullanıyorum) kendine has usulleri olduğunu görüyoruz. Elbette İslam milletinin de kimi hususlara mesnet ederek var olma biçimi oldukça kendine hastır.
Bunun ilk örneğini Peygamber Efendimiz’in (sav) müşriklere olan yaklaşımında ve davet usulünde görürüz. Kendisi (sav) Taif’te yaşadığı tahkiri ‘Uhud’dan sonra yaşadığım en kötü gün’ olarak anlatır. Fakat usulünden gene de taviz vermeyecektir:
“-Ey Muhammed! Kavminin sana ne dediğini Cenab-ı Hak işitti. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim, dedi. O zaman:
-Hayır, ben Cenab-ı Hakk’ın onların soylarından sadece Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim, dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 7; Müslim, Cihâd 111)
İşte İslam inancı ve İslam fetihlerinin özünü tam bu minvalde bir düşünce örüntüsü oluşturmaktadır: İslam dini yakan, yıkan, yok eden, dışlayan, tecrit eden bir politikayla değil, kendine katan, içeren, bünyesine dahil eden, bütüncül bir biçimle kendine kazandırarak onu benimseyen bir politikayla yayılmayı, büyümeyi hedefler. Bu açından ‘Anadolu Mayası’ da dışlayıcı Bizans Ortodoksisinin anti tezi olarak zuhur bulur.
Elbette –bilhassa erken dönem- Osmanlı fetihleri de bu minvalde, bu gayede bir yayılma politikası izlemiştir. Bunun Osmanlı medeniyetindeki ilk önemli örneklerinden biri ise Köse Mihal’dir. Köse Mihal bir tekfurdur (vali), Osman Gazi’ye destek olmuştur. Zira Bitinya bölgesi, İznik Krallığı’nın Bizans’ı yeniden ayağa kaldırmak adına başvurduğu ‘bütünleştirici’ usulün hatıralarıyla doludur. Osmanlı hurucu ile birlikte; Arsenios’un muhalefetini destekleyen keşişler ve akritai arasında ciddi ihtida akınları görülecektir. Osman Gazi de elbette bu yarılmadan faydalanır.
*
Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Gazi çehresinde Yunus Divanı'ndan aksetmiş çizgiler ve fetihlerinde de Yûnus'un başlattığı ruh kasırgasını gördüğünü söyler. 14.yy’ın en önemli figürlerinden Aşık Paşa’nın Garibnamesi de neredeyse Yunus Divanına bir şerh mesabesindedir. Dolayısıyla Yûnus’u 13 ve 14. yy bağlamından, tekâmülünden, fetihlerinden ve alışkanlıklarından kopararak okuyamayız.
Peygamber Efendimiz’in (sav) Taif’te örneklediği usulde “sözü Hadis ve Kur’an, avazı Halık’a ait” Yunus’un habersiz olduğunu söyleyemeyiz. Zaten ‘velayet’ dediğimizde, veli dediğimizde, İslam Peygamberi’nin yaşayışı ve örnekliği vazgeçilmezdir. Yûnus’un Yûnus bilmeyenler tarafından ‘dünya insanı/hümanist/yoldaş' ilan edilmesine neden olan “72 millet” ifadesi de aslında Hadis örnekliği ile sabit fetih usulü bağlamındadır.
72 millet hadis kaynaklı bir 'istilah'dır. Fırka-ı naciye dışında kalanları anlatır. Mutasavvıflar, "Peygamber’in Taif metoduyla" 72 milleti de 'bir' görür ve kazanılması gerektiklerini düşünür. Yûnus'un 72 milleti 'dünyevi' bağlamda (dünya insanı) kullandığını varsayalım. 13. yüzyılda millet 2'dir: İslam ve küfür. Bu olmadı. Hadisten kinaye gene bütün milletleri kastetsin. O zaman da 73'dür. Bu da olmadı. 72 burada fırka-ı naciye dışında kalanlardır.
Bununla birlikte Yûnus bir ehli tevhiddir. Hak ile hak olmak, yükselmek, mânâyı bulmak, ışk (aşk) eri olmak kimsenin ayrıcalığı değil. 13.yy gibi parçalanılan sert bir ortamda Yûnus durumun farkında olarak herkesi aşk yoluna, bu bağlamda gazaya çağırır. Ki bu çağrı mesnevisinde daha açık. Öte yandan 72 millete bir nazarla bakan Yûnus'un aşık-hayvan, adem-münafık; gibi keskin/dikey ayrımları da vardır. Tasavvufi kaynağı da 'dikey' mertebe belirtilen Tin suresindeki ahseni takvim ve esfeli safilin... Seyr-u sülûk da tekrar yükselmektir. Sonuç: Yunus Emre, Kur’an, hadis ve İslam tasavvufunun istilahları anlaşılamadan anlaşılamayacak bir gazi-eren’dir. Gerisi dedikodu.