Kolonya kokulu otobüsün iç ışıkları yandı, yolcular esneyip gerindiler. Restoranla benzin istasyonu karışımı bir yerde durdular. Şoför, “Çaylar şirketten” anonsuyla beş dakika mola vereceklerini duyurdu.

Koridordaki bir kız, genç erkek arkadaşını yolcuların duyamayacağı sözler ile uyandırdı. Bordolu çocuk, siyah saçlı kıza sıkıca sarılırken, uykulu bir biçimde gülümsedi. Albanita, çocuğun saçlarını düzeltti bu arada… Serseme dönmüş yolcular yerlerinden kalkıp teker teker indiler. Bir İç Anadolu kasabasının soğuğu yolcuların yüzlerine vurarak, onları uyandırdı.

Dışarıdaki sis restoranın ışıklarını boğarken; kumral bir kız ve bereli genç adam taburelere oturmuş, dumanı yüzlerine doğru tüten kahvelerini yudumluyordu. Genç enerjik biçimde konuşurken, beresindeki püskülü, montunun omuz hizasında memnuniyetle sağa sola sıçrıyordu.

Bir başka köşedeki aile, sıcak salep içiyor, çocuk yorgun nefesiyle soğuması için bardağın yüzeyine üflüyordu. O esnada baba etraftakilerin duymasını umursamadan uyardı: “Yemeğin ve içeceğin sıcağına üflemek iyi değildir, mekruhtur.”

Yüksek botlarıyla bir kahraman gibi yürüyen delikanlı, restoranın tezgâhına gidip bir kahve söyledi. Önündeki kahve soğuduktan çok sonra bile orada oturmuş elindeki puroyu parmaklarının arasında çevirip içleniyordu. Otobüse dönerken, omuzuna attığı paltosuyla yürüyerek, ardında efkârlı dumanlar bıraktı. Yolcular 3’er 5’er mola yerinde yeni yıkanmış otobüse binmeye başlamıştı.

Şoför iç ışıkları söndürdü ve 25 kişilik yolcusu, 3 kişilik kadrosuyla yola koyuldu otobüs… Yolcuların kâh uyuklayıp kâh uyandıkları otobüs yolculuğu, şehirleri ve şeritleri arkasında bıraka bıraka ilerliyordu. Tekerler adeta zaman ile yarışırken; ön koltukta oturan genç adamın başındaki berenin püskülü de sallanmaktaydı.

Arka koltuklarda yorgun bir ihtiyarın göz kapakları kapanıyor, üzerinde bir önceki molada içtiği sigara kokusu ile homurdanarak uyuyor, uyanıyor; tekrar uyuyor; başı, yanındaki yolcunun omzuna düşüyordu.

Koridorda devetüyünden çantasını başında bulunan bagaja koymaya kıyamamış, sosyetik genç kadın etrafına kayıtsız, elindeki telefona bakıyor gülüyor, ağzıyla mırıldanarak mesaj yazıyordu. Şapkası yana kaykılmış bir çocuk ise yanındaki koltukta kendinden geçmiş, cama yaslanarak uyuyordu.

Koridorun diğer yanında bordolu çocuk ve Albanita oturuyordu. Siyah saçlı genç kız, çocuğa yaslanmış, yanağını da onun omzuna dayamış düşler görüyordu. Bordolu çocuk ise kitap okuyor, satır arasında yorulan gözlerini ara sıra yola bakarak dinlendiriyordu.

Arka sıralardan bir bebek sesi, otobüsteki sessizliği ve gecenin demlenmiş saatlerini yırttı geçti. Anne, bebeğin altını değiştirmesi gerektiğini anladı ve yeniden uyuması için karanlıktan istifade ederek emzirdi. Daha sonra sırtını sıvazlayıp gazını çıkarmak isterken; sallanan otobüsün de etkisiyle bebek annesinin omzunu ufak bir kusmuk ile ödüllendirdi. Çocuk yapılı insanlar da böyle olurdu, onları otobüs yolculukları kolay tutardı.

Ön taraftaki iki genç kızın gürültülü sohbeti arka koltuklara ulaşana kadar kilometreler kat ediyor gibiydi. “Tam bir budala gibi konuşuyorsun, iyi erkek diye bir şey yoktur” diyor biri ötekine; yeni âşık olmuş diğeri karşı çıkıyor, “Sen kötüleri çekiyorsun, kendini suçla; erkekleri değil.”

Bir başka koltukta yanağı otobüs camının garantisinde, dışarı bakan adamın hayalinde hayatından kesitler, yıllar, tozlu günler, yağmurlu veya soğuk yarınlar, belki de sıcak hatıralar geçiyordu. Uzun yolculuklar, otobüs koltuğunun derisi yüzünden iç çamaşırı tenine yapışmıştı. Otobüslerde düşünmek için uzun zamanlar oluyor, yol insanı düşünceleriyle baş başa bırakıyordu.

Bir çiftçinin emeğinin yanından, mısır tarlasını dalgalandırarak geçiyordu, birbirinden farklı bu insanları belli saatler boyunca bir arada tutan otobüs. Uzun boylu kavaklar masal gibi bir yol çizmişti yolculuk bittiğinde hepsi kendi hayatına dönecek olan insanlar için…

Sağdaki manzarayı seçmeye çalışırken karanlıkta uyanık gözler, soldakini kaçırdığı için pişmanlık yaşıyordu. Gökyüzündeki dolunay kıpırtısız görünüyordu. Ardından ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir bozkırdan geçildi. Işıklar, adını bilmedikleri bu kenti güzelmiş gibi gösteriyordu. Yalnız seyahat eden kadın, “Şu solgun ışıkların doldurduğu odalarda kimler yaşıyor, hangi dertler ile boğuşuyor” diye düşündü. Sanki toprak kokusu otobüsün içine sızarak, burnuna ulaştı. İçinden çıkılan şehirleri, içinden geçilen kentleri, semtleri, kasabaları, köyleri ile büyüleyici otobüs rotaları, her kilometrede yolcularını ayrı bir ruh haline sokuyordu.

Dakikalar süratle ilerledi. Sabahın 7’sine 15 dakika kalmıştı. Gittikçe uzayan yolculuktan sıkılmış 9 yaşlarındaki kız çocuğu, “Ne zaman varacağız baba” diye sordu. O her yetişkin gibi, “Az kaldı, gözlerini kapat ve biraz uyumaya çalış” diyerek geçiştirdi sabırsızlığı veya sıkılganlığı.

Ayakları titreyen, elleri karıncalanmış yaşlı kadın muavini uyandırdı uykusundan… Her otobüs yolculuğunda benzer tipteki çok konuşkan, biraz huysuz ihtiyar olurdu zaten. Kıstırdığı muavine anlatıyor, “Eskiden böyle değildi evladım yolculuklar. Sigara içilirdi otobüslerde. Dumandan göz gözü görmez, insan kokusu, arabanın kokusu, bagaj kokusu, sigara kokusundan nefes alamaz, boğucu seyahatte, varacağın hedef hep çok uzakta olurdu” diyerek tecrübesini aktarıyor. Kalan kısa ömrünü koruyamamaktan duyduğu endişesini de gizlemeyerek bir taraftan, şoför ile yol arkadaşlığı etmesini istiyor servis elemanından, kaza korkusuyla… Bir yandan da sabah namazı vaktinin çıkmasından endişeli, bu yüzden kabin görevlilerini baskı altına alıyordu, ‘mola’ isteyerek. Uzun rotalarda namazın vakitlerini hesaplayıp molalara göre bölerdin ya.

Gözleri buğulu, yanakları nemlenmiş bir genç adam, büyük bir sevgiden uzaklaşmanın verdiği ağırlıkla koltuğunda kaybolmuş. Yüreği ise boş olan yan koltukta seyahat ediyor adeta. Mevsim dışı sarışın bir keder yaşıyor. Varlığıyla, gitmenin aslında sadece bedenini götürmek; aklının ve kalbinin ise geride kalmak olduğunu ispatlıyordu. Ve çabuk anlamıştı ki; önünde uzayıp kısalan yol, vardığında bulmayı umduğu her ne varsa onun orada olmadığı gerçeğine doğru sürükleniyordu. Kendi durağını kaçırmış bir otobüs gibi… Ağlıyor, önündeki ve arkasındakiler ne olduğunu bilmiyor.

Gece otobüs yolculukları, hayatın o güne kadar olan hesabını da kapatıyor; birbirine yabancı bütün kafile ise yorgun ve yeni bir hayata çıkıyor sabah ışıklarıyla…