“Öyleyse yüzünü tevhide inanmış olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları fıtrat üzere yaratmıştır.  Allah’ın yaratmasında hiç bir değişiklik yoktur. Doğru din budur ama insanların çoğu bilmezler!” (Rum/30)

Kutsal beyan bize, dinin özünün tevhitten teşekkül ettiğini vurgulamaktadır. Her şey bu kadar çok ve çeşitli iken evrendeki bu kaotik keşmekeşten bir vahdet üretebilmek ancak insanın fıtratında saklı olanı arayıp bulmasıyla mümkündür. İbn Arabi’nin fıkhen sakıncalı edeben ise abartılı bir ifadeyle betimlediği bilgi ağacı özünde budur: “Öyle bir ummana daldık ki nebiler bile kıyıda kaldı.”

Şeyhü’l-Ekber’in bu kadar rijit ve “tövbe estağfurullah” çektirici bir cümle kurarken abartmasının nedeni, belki de sadece anlaşılma kaygısıdır. Aklı setreden bir şatahat halinden söz etmiyorsak sözün vardığı yer, “anlama değmek midir yoksa delmek mi?” varın siz karar verin.

Allah’ın yaratmasında hiç bir değişiklik bulunmamasının manalarından biri rastgeleliğin aksine evrende bir sistematiğin ve matematiğin bulunması, bir diğeri de Yaratan’ın halk ettiği her kuluna bu ‘potansiyel’ bilme yetisini yerleştirdiği gerçeğidir. İlki bize bilim yapma imkanı verir çünkü kozmostaki oluşun bir düzeni, insicamı ve sistemi bulunmasa bilim yapmak ve medeniyet üretmek nâmümkün hale gelir.

Erbab-ı tarik anlatır: Hızır namıyla maruf olan zat Musa’ya (a.s.) gagasıyla denizden su alan bir kuşu gösterip sorar:

– Bu kuşun denizden su alırken ne dediğini biliyor musun?

Musa: Bilmiyorum, der.

– Ey Musa! Bu kuş diyor ki: Benim bilgim de senin bilgin de gagamdaki şu suyun okyanustan eksilttiği kadardır.

Hz. Ali’ye nispet edilen bir söz bu hakikate başka bir kapı aralar: “Bilmediklerimi ayaklarımın altına koysalar başım göğe değerdi.” Bilginin ayağa düşecek kadar tekasür kesp ettiği bugün, bu realitenin değiştiğini savunmak ise sadece hamâkatimizi imleyecektir.

İkincisi ise hangi kültür çevresinde yetişirsek yetişelim tevhidi bulmamıza yarar. Kainatın bu en temel ve en saf hakikatini bilme yetisi, dünyevi ve uhrevi anlamda bir kurtuluş reçetesidir.  Her ne kadar ‘bura ve öte’ dengesi anlamında mezkur iki husus arasında ontolojik olarak parçalanamaz bir bağlam ilişkisi varsa da sonsuz olanın bilgisinin değeri ve varlığının sahiciliğine duyulan itikat, bize literal değil lineer istikamet verir. Literal vurgu bizi dünyayı anlamaya sevk ederken lineer kavrayış ve yürüyüş ötelere kilitler.

Fıtrat, hem varlığın tabiatında hem de insanın derununda gizlenmiş değildir. Kanıt arayan için ayetler her yerdedir. Lakin burada karşımıza tam bir dilemma çıkar. Bilişsel düzeyde Zat-ı Bârî’nin varlığı ile ilgili dolaylı delillerle donanmış bir evrende yaşarken inkar edilemez bir gerçeklikle yüzleşiriz. Bu gerçeklik, Zât-ı İlahi’nin mahiyeti ve nasıllığı ile ilgili tüm sorularımızın bir kördüğüme evrileceğidir. Çünkü O’nun hakkında bize az bir bilgi lütfedilmiştir.

İbn Arabi’nin şeyhi Ebu Medyen’in, “Bize verilmiş olan ‘az’ı sahiplenmiyoruz, bütün yaptığımız onu ödünç almaktır; ‘çok’u zaten taşıyamayız. Demek ki biz her zaman bilmeyenlerden olacağız” derken kastettiği bilgi, marifetullah’tan başkası olmasa gerektir. Anlaşılan o ki zata dair özsel bilgi taşınabilir bir bilgi değildir. Hem Musa’nın (selam onun üzerine olsun) hem de son peygamberin urûç ettiği tecrübeden öğrendiğimiz budur.

Kuşkusuz Vahdet bir zübde olarak insanın hem içindedir hem dışında. Bu koşturmacada, sırrı çoğu zaman malihulyaya  hasredip kör akılla kendi kendimizi prangalasak da bütün onulmazlığına rağmen bilme ve bulma umuduyla arayış şehvetini içimize zerk eden O’dur.

Öyleyse yitiğimizi arayacağız. Bulana dek!