Irak’da, Bağdad’ın 140 km. kadar batısındaki ve stratejik öneminin çok büyük olduğu belirtilen Ramadişehri IŞİD / DAİŞ savaşçılarının eline düştü. Halbuki bu şehir etrafındaki ‘tehlike’ daha önce, bertaraf edilmişti, resmî iddialara göre..

Bu örgütün acaib bir savaş taktiğinin, hattâ stratejisinin olduğu gözlemlenebiliyor. Bir yerde yeniliyor veya tutunamıyor, beklenmiyen bir başka yerden tekrar saldırıya geçebiliyor. Hattâ, geri dönüp yenildiği veya tutunamadığı yere bile tekrar saldırabiliyor. Halbuki, hele de savaşlarda bir yenilgi alınınca, mağlub olan savaşçı güçlerin üzerine genelde bir moral bozukluğu çöker..

DAİŞ savaşçılarını ise, yenilgi daha bir bileyliyor, sanki..Onların  yöntemleri bu kadar şaşırtığı olduğu gibi, ele geçirdikleri yerleşim birimlerindeki yönetim tarzı da, örgütlerin klasik tarzlarından ziyade bir devlet yönetimini gösteriyor ve adetâ son derece planlı bir devlet aklıyla hareket ediliyor imiş gibi bir hava yansıtıyor.

Kimileri, bu savaşçıların ‘Saddam dönemi Irak ordusu’ndan kalma subaylar olduğunu ileri sürmekte..  Kimileri de, bu savaşçıların kapitalist emperyalizm dünyasının üniversitelerinde eğitim görmüş, çeşitli ülkelerden müslüman gençlerin, o dünyaya besledikleri hınçla hareket ettiklerini söylüyorlar. Bu ihtimal de tamamen reddedilemez.

Ancak, daha önce birbirini tanımayan, çeşitli ülkelerden ve de sayıları binlerle ifade edilen bu güçlerin birbirleriyle irtibatı nasıl sağlayabildikleri, bu kadar güçlü bir okmuta zencirini nasıl oluşturduklarını izah etmek son derece zor.. Çünkü, son derece eğitimli orduların bile bu gibi savaş anlarında bu kadar güçlü irtibatlar kuramadıkları ve emir-komuta zencirlerini koruyamadıkları bilinen bir durum olup, hiç beklenmiyen yerlerde zuhûr edebiliyorlar.

Her şeyin altında mutlaka bir İsrail veya Amerikan eli bulunduğunu arayan kimileri de, bu örgütün, İsrail ve Amerika tarafından tezgâhlandığını ileri sürüyorlar. (Elbette emperyalist-şeytanî güçler, heryerde bulunmak isterler, ama, her şeyin ancak ve ancak onların iradesiyle şekillendiği ve yönlendirildiği ileri sürülürse, o zaman, yapacak bir şey yok demektir.)

*

‘Irak Ordusunun kahramanca savaşarak IŞİD’in kontrolüne geçen yerleri kurtaracağı’ nutuklarını çeken Irak Başbakanı Haydar el’İbadî’nin bu sözleri henüz atmosferde yankılanırken.. Yeni yerleşim birimlerinin düşmesi, ilginç.. Hele de,bozguna uğrayan askerlerin silahlarını, tanklarını, arabalarını bırakıp dehşet içinde kaçtıklarını ve  üniformalarını çıkarıp sivil elbiselerle halk  kitlelerinin arasına katılma çabalarını gösteren video görüntüleri, gerçekten de dehşet verici..

Çünkü, bu insanlar psikolojik olarak, daha savaştan önce ağır bir yenilgiye uğratılmışlar.

Boğazı kesilerek öldürülmenin, bir kurşunla öldürülmekten farkı bu.. DAİŞ savaşçıları, anlaşılıyor ki, boğaz keserek öldürme sahnelerini psikolojik savaş silahı olarak ve etkili şekilde kullanıyorlar ve bu da karşılarındaki düşman güçleri için yıldırıcı bir etki yapıyor..

Ama, bu vahşi yöntem, İslam’ın savaş hukuku ve ahlâkı açısından nasıl izah edilecek ve değerlendirilecek?

Ayrıca, IŞİD savaşçılarının, ele geçirdiği şehirlerde daha önce Hükûmet tarafdarı olanları belirleyip cezalandırdığına dair iddialar da unutulmamalı.. Ve bu yöntemi herkes kullanıyor.

*

DAİŞ’in lider ve Halife olarak nitelenen ve de son 1,5 aydır öldürülmüş olabileceği iddia edilen Bağdadî’ye aid olduğu belirtilen bir ses kaydından anlaşıldığına göre, bundan sonraki hedef Bağdad, Necef  ve Kerbelâ imiş.. Irak Başbakanı İbadî,Amerika ve İran başta olmak üzere, birçok ülkeden yardım ve bu saldırı ihtimalinin durdurulmasını istemiş bulunmakta.. Amerikan emperyalizminin de bu duruma seyirci kalmıyacağı açıklandı.. Geçmişte, Amerikan emperyalizmine karşı direniş sergilemeleriyle şöhretlenen Muqtedâ es’Sadr başta olmak üzere, bir çok güç odaklarının şimdi bu ilerleyiş ihtimalini son derece ciddî bulmaları ve âcil tedbirler düşünmeleri, durumun vahametini ortaya koyuyor..

Bu yüzden, düzenleyicileri tarafından ‘şiî milis gücü’ olarak nitelenen ve onbinlerce oldukları söylenen gönüllülerin  Ramadî çevresinde toplandıkları, Muqteda es’Sadr’ın bu güçleri teşvik edici konuşmalar yaptığı ve bildiriler dağıttığı ulaşan haberlerden anlaşılıyor.

Ancak, Tikrit’i Amerikan güçlerinin hava desteğiyle ele geçiren ve DAİŞ savaşçılarını gerileten güçlerin, Tikrit’e girdikten sonra orada nasıl bir yağma yaptığını hatırlayan sivil halk kitlelerinin, Tikrit’te yapılanların Ramadi’de de tekrarlayabileceği korkusunu yaşamaları, IŞİD / DAİŞ savaşcçılarının işini kolaylaştırıyor.

Ayrıca, Ramadî’nin ele geçiriliş öncesinde kaçanlardan ayrı olarak, şimdi kaçmaya çalışanların da 40 bine yaklaştığı ve bunların Bağdad’a gitmeye çalıştıkları, ama, Irak Hükûmeti’nin, Bağdad’da kalacakları yerleri gösteremiyenlerin şehre sokulmadan çöllerde sergerdan, başıboş bırakıldıklarına dair haberler ise, daha bir acı.. Aynı ülkenin insanlarının o ülkenin rejimi tarafından şehirlere kabul edilmeyişi ile; Suriye’den Türkiye’ye sığınan 2 milyondan fazla sığınmacı insanın durumu karşılaştırıldığında, ortaya çıkan zihniyet farkı daha bir düşündürücüdür.

*

Irak Başbakanı İbadî, Musul’u kurtarmak için planlar yaptıklarını belirtirken, Ramadî’yi de kaybetmenin yıkıntısını yaşıyor.. Bir diğer nokta, Suriye’de de Rakkave  İdlib’den sonra tarihî Palmira şehrinin de IŞİD’in eline düşmesi..

Suriye’de tahakkümünü kanlı bir şekilde sürdüren Beşşar Esed rejimi de umudunu, kaybettiği İdlib’e hâkim olan muhalif güçlerin Amerikan savaş uçaklarınca bombardıman edilmesine bağlamış bulunuyor..

*

Bu arada, DAİŞ savaşçılarının beklenmiyen bir anda Lübnan’da da etkili olması ve Lübnan’da zindanda tutulan onbinlerce mahkûm veya tutukluyu serbest bırakması da, Hizbull.. örgütünü derinden  tereddüdlere düşürmüş bulunuyor.  Hele de ömür boyu veya uzun hapis cezalarına mahkûm olanların pek çoğunun IŞİD saflarında cansiperâne çarpışacağı, esasen, Suriye ve Lübnan buhranına onbinlerce savaşçısıyla müdahil olmakla övünen Hizbull… örgütünün ve onun lideri Şeyh Nasrullah’ın Lübnan’daki konumunu epeyce zayıflatmış iken, ortaya çıkan bu yeni durumla tablonun daha bir içinden çıkılmaz hale gelebileceği endişesi giderek yayılıyor.

Bu olumsuz durumu, İran’ın 1981-1997 arasında, 16-17 yıl Dışişleri Bakanlığı’nı yürütmüş olan ve hâlen de İnqılab Rehberi Ali Khameneî’nin dış siyaset başdanışmanlığını yürüten Ali Ekber Velayetî’nin 20-21 Mayıs günleri Şam’a yaptığı ve Beşşar Esed’le görüşmelerde bulunduğu ziyaret de düzeltmeye yetmiyecektir.

İran’ın Suriye’ye ‘tam’ desteğinin tekrar teyid edildiği bu ziyaret, bir küllüğe ve harabeye dönmüş bulunan Suriye’yi sonuna kadar destekliyeceğini ortaya koymakla kalmıyor,  İslam İnqılabı’nın 30 yıl öncelerde dünya müslümanlarına verdiği heyecan uyandıran mesajlarının yolunu daha bir kesiyor.

Çünkü, İran, hele de uluslararası diplomaside, Amerika’yla ilginç bir diplomatik satranç oynarken,  bu oyununun uzlaşmacı havasından istifadeyle, Suriye, Irak ve Yemen’de önemli kazanımlar elde ettiğini düşünmektedir. Ne var ki, bu mevziî durum, kendisini kendi etrafına bir hisar örmek gibi bir noktaya doğru da sürüklemektedir.

Öte yandan, İran’ın Yemen’e gönderdiği gıda yardımı taşıdığını bildirdiği ve  savaş gemileri refakatindeki gemilerin Amerika’nın talebi üzerine  Cibuti’deki BM makamlarınca kontrol edilmesinin İran tarafından kabullenilmesi, Husîler arasında bir tedirginlik oluşturmuşa benziyor. ABD Savunma Bakanlığı 13 Mayıs’ta, İran’ın insanî yardım taşıdığını iddia ettiği gemileri  Cibuti’ye yönlendirerek doğru şeyi yapacağını ifade etmişti. Şimdi yapılan, bu!.

*

Öte yandan, İran Rehberi Khameneî’nin, geçen hafta, ‘Suudî  rejimini, Yemen’de işledikleri korkunç zulüm ve  cinayetlerinin karşılığını mutlaka göreceği’şeklindeki sert sözlerinin, alışılmış diplomatik sınırların da ötesine geçerek dillendirildiği belirtilse de; aynı suçlamanın, özellikle Suriye siyaseti konusunda İran için de geçerli olduğu düşünülmeliydi.

Evet, Suûdî rejiminin bombardımanları Yemen’de, yüzde 30 kadar bir halk kesimini teşkil eden Husî’lerin yerleşim bölgelerini viraneye çevirmekte ve resmî açıklamalara göre de, bu zamana kadar 1300’den fazla sivil insanın hayatını kaybettiğini anlaşılmakta..

Evet,  Suûdîler sivil-savunmasız kitleleri ve bölgeleri yerle bir ederken büyük zulüm ve cinayetler işlemektedir; ama, 4 yılı aşkın bir zamandır işlenen korkunç zulüm ve cinayetlerin ezip geçtiği Suriye’de, 300 bine yakın insanın hayatının sönmesi ve 7 milyona yakın insanın evsiz -barksız hale gelmesi, başkent Şam dışında hemen bütün şehirlerin baştan başa virâneliklere dönmüş olması ve yerlerini yurtlarını terkedip başta Türkiye olmak üzere, civar ülkelere sığınmak zorunda kalan büyük kitlelerin ortaya çıkardığı büyük facia, zulüm ve cinayetler karşısında, Beşşar Esed’in arkasında durup, ona vargüçleriyle destek verenler, Yemen’de sivil savunmasız kitleleri de ezip geçen Suûdîlerden daha mı mâsumdurlar?

*

Türkiye bu bataklığa taa başından beri o kadar sokulmak istenmesine rağmen, teenniyle hareket etmiş olmakla, elbette iyi yaptı..

Ama, bazı çevrelerin, Ortadoğu’da devam eden bu buhranlarda ısrarla İran ve Türkiye’nin asıl rolü üstlendiklerini söylemeleri de bir başka yanlış..

Gerçi, İran askerî güçlerini ve uzmanlarını devreye soktuğunu resmen açıklarken, Türkiye, en azından, böyle bir güç gösterisi ve yarıştırmasının içinde olduğu gibi tavırlardan kaçınmakta ve asıl büyük oyunu oynayanın emperyalist güçler olduğunu görerek, onların verdiği rolleri üstlenmemeye dikkat göstermektedir.

Ama, görülmelidir ki, başta Suriye, Irak ve Yemen olmak üzere Ortadoğu’daki bütün buhranlarda asıl önemli olan bölgenin önemli güç odaklarından sayılan Türkiye, İran, Mısır ve Suûdî vs.den de ötede, Amerika’sından Rusyasına ve İngiltere, Almanya ve Fransasına kadar dünyada etkili olmak ve Ortadoğu’da kendilerine bir ‘lebensraum’bir hayat alanı açmak peşinde olan güç odaklarının hesablarıdır.

*