“Sizden ücret istemeyen elçilere uyun!” diyor şehrin öte yakasından gelen adam.
YâSîn Suresi’nin ikinci sayfasını açalım ve düşünelim:
Sadece şehrin öte yakasından gelen adam mı böyle diyor? Onu bize “şehrin öte yakasından gelen adam” diye duyuran da öyle diyor. “Şehrin öte yakasından gelen adam ‘sizden ücret istemeyen elçilere uyun!’ dedi diyor.
Sözü alıntılayan şehrin öte yakasından gelen adamın Rabbi. Kulunun sözünü değerli bir cevher gibi seçerek, karanlıktan çıkarıyor, altını çiziyor, saf altın nezaketinde uzatıyor, kullarının can kulağına koyuyor.
Demek istiyor ki, “size gerçeği söylediğini söyleyenlere inanmadan önce, bir bakın, sizden bir ücret bekliyorlar mı?” Ücret neydi sahi? Yo, yo; ilk aklınıza gelen değil. En son aklınıza gelen belki de…
“Taraftarlık ücreti”dir bu. “Bizim derneğimize üye ol! Bizim gibi giyin! Bizim gazetemizi oku!” “Bizim dergimize abone ol, abone bul!” Sonuçta, ille de “bizim adamımız ol!” demelere getirmektir sözü. “Niye?” diye soracak olursa, “Çünkü gerçeği bizden öğrendin” denilecek. “Çünkü bizimle yola geldin, bizimle yolda kalırsın!” “Yoksa…”
Bu şehrin bu yakasına gelip soralım şimdi. “Sahi, gerçek sizin tekelinizde mi?” “Hakikatin sahibi, hakikati sizin cebinize mi hapsetti?” “Güneş sığar mı sizin sepetinize?” “Gökyüzünü kendi mahallenize mi tescil ettirdiniz?” “Gerçeğin tarafında olmak, ne vakittir, gerçek üzerinden taraftar toplamanın sermayesi oldu?”
Şöyle diyen biri çıkmaz mı? “Kardeş, söylediğim gerçektir. Söylüyorum ki sen gerçekle buluşasın. Kendine yol bulasın. Gerçeğin sahibi ben değilim. Ben, söyleyeni olmakla, gerçeği şereflendiriyor değilim; olsa olsa gerçek beni şereflendirir. Al bunu; senindir. Senin Rabbinle buluşman, beni sadece sevindirir.”
Biz de şaşkın şaşkın bakakalsak. Olur da kendimize gelirsek, şöyle desek:
“Sen nerelisin? Gökten mi indin? Derdin ne senin? Deli misin?”
O da dese ki:
“Hoşça kal, bana müsaade…”