Üniversite’nin koridorlarını her gün yeni afişlerle dolduruyor, açtığımız stantlarda kitap, broşür, bildiri dağıtıyorduk. Ülkenin ve dünyanın gündemiyle ilgili neredeyse her gün forumlar düzenliyorduk. Sayımız binlerle ifade ediliyordu. Memleketin en köklü üniversitesi olan İstanbul‘un öğrencileriydik.

Uzun pardösüleri, “ses çıkarmasın” diye ayaklarına giydikleri spor ayakkabılarıyla tesettürlü kardeşlerimiz her yerde, her etkinlikte adeta İslam’ın görünen yüzü halindeydiler. Sadece Edebiyat Fakültesi’ndeki başörtülü öğrenci sayısı 3 binden fazlaydı.

Bir gün dediler ki: “Pazartesi başörtüsü yasağı gelecek.” Kim inanır? Asla böyle bir şeye cesaret edemezlerdi. On binlerce öğrenciyi kim karşısına alabilir ki? Öyle düşünüyorduk.

“Zalimler zulmüne, kâfirler küfrüne inat etse…” diye başlayan marşlarla büyümüştük. Bize göre, “Zalimler ne kadar zulmü arttırırsa o kadar kendi sonlarını hazırlayacak”; biz ise inanç ve kararlılığımızdan zerre kadar taviz vermeyecektik.

Eğer böyle bir yasak başlarsa darbeci rejim intiharı seçmiş olurdu. Gençtik. Zulüm çoğaldığında, İslami mücadelenin daha da güçleneceğini sanıyorduk.

Beklediğimiz gibi olmadı. Sabah okula vardığımızda, yıllardır aynı okulun öğrencisi olduğumuz başörtülü kardeşlerimiz kapıda kaldı. Evet, aylarca direndik. Oturma eylemleri, yürüyüşler…

Sonra ne mi oldu? Önce bazıları hoca efendilerinden “baş açma fetvası” aldılar. Sadece onlar mı? Daha ilginç fetvalar da geldi: “Dar-ul Harp’te bazı dini ibadetler ertelenebilirdi” Vergi kaçırmayı, elektrik faturası ödememeyi, hatta banka soymayı dahi İslami mücadele diye pazarlayanlar için başını açmak ibadet bile sayılabilirdi. Allah’ın ayetini terk etmeyeceğini haykıranlara: “Sus, kadın sesi haram” diyenler fetvalarını alıp, amfilere koştular.

İçlerinde en masumları “Babam bağını bahçesini beni okutmak için sattı, onları yüzüstü bırakamam” diyerek uzun pardösüleri üstüne çirkin perukları, tuhaf şapkaları takıp, gözünü yerden kaldırmadan okulunu bitirenler oldu.

Yürüdüğünde ses çıkarmayan ama “Zalimin karşısında bir dağ gibi duranlar” örtülerini cellatlarına teslim etmediler. Evlerine döndüler. En ucuz işlerde çalıştılar. Verdikleri sözde sabit durmalarının bedelini ödediler.

Elbette en büyük şeref onlara ait. Ama bir avuçtular.

Baskı arttıkça nasıl büyük savrulmalar olduğunu yaşayarak gördük. “Bir avuçtuk biz, göklere sığmayan/Bir avuçtuk biz, cennete susayan” sözleri de bir süre sonra teselli edemez oldu, yaralarımız kabuk bağladı.

Zorlukta değil, bollukta yeşerebileceğini tecrübe ederek gördük bağın bahçenin. “Varsın, yıkılsın iktidar, ne olacak? Biz muhalefetteyken inancımız daha kavi, kadınlarımızın tesettürü daha düzgün değil miydi” diyenler ucuz kahramanlıklarını az ötede yapsınlar.

Bizim yaramızın kabuğu daha yeni düştü.

“Son on yılda sekülerleştiğimizi, deizmin arttığını” söyleyerek hiçbir melanette kendine pay çıkarmayanlar sesimi duyuyorlar mı?

Eskiden çok düzgün inançlıydık, sağlamdık; şimdi çok bozulduk” masalını başkasına anlatın. O koca koca adamların nasıl savrulduğunu ben gözlerimle gördüm.

Ne işe yarıyor o kanaat önderliğiniz, hoca efendiliğiniz, âlimliğiniz? O büyük sıfatlarınız şikâyet makamı mı yapıyor sizi? Kim engel oluyor size? Islah etmek, edebi öğretmek, güzel örnek olmak değil miydi işiniz?

Pire için yorgan yakmak değil; çulunuzu alıp gençlerin önüne sermenizi bekleriz.