Çok yalan söylüyoruz hem de çok. Hayatımızı sarmalayan ‘yalan’ üzerinde küçük mülahazalar yapmak istiyorum. Düşünsenize hayatımızın bir tarafına bir şekilde uğramış onlarca yalan parçacıkları hatırlarız. Mini minnacık da olsa… Çoğu kez yalan kabilinden saymasak da… Hayatımda hiç yalan söylemedim diyen bir kişi aynı anda başka bir yalana imza atmış mıdır sizce?

Çağımızın önemli hastalıklarından birisi de ‘yalan’dır. Yıllarca pembesinden sarısına, morundan kırmızısına, siyahından beyazına birçok yalan uydurması yaptılar. Hepimiz de inandık. Küçücük bir yalandan ne çıkar dedik. Kim söylemiyor ki sanki dedik. Yalandan kim ölmüş dedik. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar, sen en iyisi yalan söyle dedik. Vs. v.s. daha neler neler dedik ve yalan hayatımızın tam da ortasına oturdu. Hayırlı olsun.

O kadar basit durumlar için o kadar küçük yalanlar uydurmuşuz ki artık klişe halini almış ve daha söz bitmeden yalanı sallayıveriyoruz. Geyiğin dibine vurduğumuz bir anda gelen telefona şu anda toplantıdayım daha sonra görüşelim deyiveriyoruz. Her gün iş amaçlı da olsa gittiğimiz bir mekanı ifşa etmemek için; bugün bir arkadaşı ziyarete geldim, deyiveriyoruz. Hayır diyemediğimiz birçok durum için vücudumuz bir hastalık üretiveriyor. Sekreterimize söylettiğimiz; toplantıda, müsait değil, biz size dönelim gibi yalanlar da aracı kullandığımız yalanlarımız. Çocuklarımızı dahi kullanıyoruz yalanlarımızda, çoğu kez istikballerini hiç düşünmeden. Babam evde yok, henüz gelmedi, müsait değil… Kaç çocuk benim babam hiç yalan söylemez, benim annemden hiç yalan duymadım diyebiliyor. Hatta öyle ki ‘milli yalanımız’ gibi bir nitelememiz bile var. ‘Selam söyle denilen birisiyle ilgili onun da sana selamı var’ deyiveriyoruz.

Hatta bu ufaklarımızı büyütüp yalanlarımızı çoğaltıp kendi cemaatimiz, grubumuz, davamız(!) adına, ona faydası olsun diye yalanları geçip iftiralar bile atmaya kalkar olduk. Zira o zaman yalan mübah oluyor, haram sınıfından çıkıyordu. Hattaları çoğaltmak hatları aşmak adî vakıâ kabilinden sayılır oldu.

Oysaki unuttuğumuz şey hiçbir insanın yalan söyleme özgürlüğünün olmadığıydı. Bir kez yalan söyleyen kimsenin ikincisini de rahatlıkla söyleyebileceğiydi. Bu yüzden yalan bizde hep kerih görülmüştü. Mirasında bulunduğumuz medeniyetimiz İslam’ı temel alıp her detayda Rasulullah’ın (sav) sünneti üzerine hakim bir yaşam tarzı geliştirmişti. “Oğulcağızım, sakın yalanı diline alma, o serçe eti gibi tatlıdır. Bir daha ağzından çıkaramazsın.” diyen Lokman Hekim’inden, “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz” diyen Yunus Emre’ye kadar binlerce nasihatimiz vardı. “Ramazan’da yalan söyleyenin yüzü, bayramda kara olur.”, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” gibi atasözlerimiz vardı.

Hayat rehberimiz Kur’an’ın yaşamış gerçekliği/örnekliği olarak Peygamber Efendimiz’in (sav) “Şaka da olsa yalan söylemeyiniz” emrine asi bir ümmet olarak mı çıkacağız karşısına? Ona en çok sadık olan ashabı, refiki Hz. Ebubekir; “Hıyanet olarak da en önde yalan gelir” buyuruyordu.

Hayatımızın her noktasına nufûz eden yalanı terk etmek için derhal dilleri sıvamalıyız. Başımıza çökmesi muhtemel yalanla bina edilen hiçbir yapının içinde bulunmamalıyız. Hiçbir yalanı ufak görmemeli, söylenen hiçbir yalana masum gözle bakmamalıyız. Kısacası kendimize gelmeliyiz. Hem de hemen…