Türkiye NATO üyesi, AB üyeliği için 60 yılın üzerinde kapıda bekletildi. Şimdilerde Suriye krizi sonrasında oyun açıkça oynanmaya başladığında diplomasi yerine aleni yüksek sesli hitaplar basın önünde konuşulmaya; Rusya’yla yakınlaşma veya Çin eksenindeki Şanghay beşlisine üyelik konuşulmaya başlandı. Konu bir anda kamuoyunda tartışılmaya başlandı ve aynı hızla gündemden çıktı.
Türkiye’nin zaman zaman halk arasında da telaffuz edilen birleşme, birlik kurma, koalisyon veya stratejik ortaklık kurma gibi arayışlarında istenilen ölçüde yol alınamaması sebepsiz değil. Bunun da ötesinde yalnızlığa itilmeye çalışılması, uzun vadeli Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya politikası olmadığı sürece kolay olmayacak romantik ve konjonktürel kalacaktır. Dış politikada temenniler ve beklentiler yüksek; gerçekler ise yüzleşme veya acı çekme şekliyle karşımıza çıkmakta.
NAFTA ülkeleriyle ilişkilerinde ekonomik ve stratejik üstünlük her zaman ABD’nin elinde oldu.
İngiltere’nin Commonwealth üyesi diğer ülkelerle işbirliği birkaç yüzyıllık geçmişe dayalıdır. İngiltere ve yukarıda sözünü ettiğimiz belirleyici ülkeler, nüfuza kullandıkları diğer ülkeleri kendilerine bağlı tutmak için siyasi, psikolojik, askeri, istihbari, eğitim, din, kültür politikaları aracılığıyla büyük bedeller ödeyerek ve yatırımlar yaparak sürdürmüşlerdir. Bu sebeple, bu tür blokların veya yeni bir blokun oluşturulmasının altyapısı olmalıdır. Günübirlik karar değişiklikleriyle yapılacak belirlemeler akim kalmak durumunda.
Buradan çıkacak birinci sonuç, bu tür blok ilişkileri eşitler arasında olmaktan çok güçlü bir devletin çevresinde nüfuz alanında olmaktadır. Diğer bir deyişle, Güvenlik Konseyi’nin daimi beş ülkesinin nüfuz alanlarında tuttuğu ülkeler üzerinde tasarruf güçleri oldukça yüksek. İngiltere, ABD, Fransa, Çin, Rusya, kurdukları bloklara giren üye ülkeler üzerinde dış politikalarının belirlenmesine kadar ciddi konularda dışarıdan görülenin ötesinde bir nüfuza sahipler.
İkinci olarak bir blokun kurulması veya bir Pakttan diğerine geçiş, uzun zaman ve yatırımları gerektiriyor. Yine İngiltere’yi örnek verirsek diğer ülkelerde yüzyıllardır İngilizce eğitim veren kurumları ve asırlık okulları üzerinden yaptığı soft kültür ihracı ve bu ülkelerdeki bilinen/bilinmeyen medya yatırımları detaylarına inilirse hayret uyandırıcı boyutta.
Aynı ifadeleri Rusya’nın, Orta Asya, Kafkasya, Baltık ve Doğu Avrupa bölgelerinde uyguladığı görülür. Makul ve tutarlı bir uluslararası blokun oluşması için idealizm ön şart olsa da, romantik, ütopik, hayale dayalı varsayımlar değil, ayakları yere basan uzun vadeli stratejilere bağlıdır. Bu konuda söylenecek söz çok…
Şimdi bu noktadan itibaren Türkiye’de sıklıkla gündeme gelen ve Türkiye’nin öncülük edebileceği veya içinde bulunacağı, mevcudun dışında diğer gerçekçi alternatifler var mı açıkça tartışmak gerekiyor. Çoğu zaman gerçekçi olup olmadığına bakılmaksızın bir hayalin peşinden koşarken diğer alternatifler elden çoktan uçup gitmiş oluyor.
Türkiye’yi, Avrupa’yla, Afrika’yla veya Çin’le birleştirmeyi hayal eden bir kimsenin ya da bütün Müslümanlar’ı veya Türkler’i haritalara bakarak birleştirmeyi düşünen bir kişinin idealizmine tamam da, gerçekten sadece iki ülkenin birleşmesi için nelerin gerektiğinin farkında olarak mı bu idealler konuşuluyor. İçi ve altı doldurulmamış, hazırlıksız her düşünce, boş bir hülyadan ibaret kalır.
Türkiye’de günümüze gelene dek tartışılan ve ülkenin düşünce hayatına bir şekilde etkisi olan akımların derinlemesine ve ayakları yere basar şekilde konuyu bütün boyutlarıyla masaya yatırarak incelenmesine fırsatımız olmuyor.
AB, Şanghay üyeliği, Rusya’yla farklı ortaklıklar, Müslümanlar’ın birliği veya Turan birliği gibi fikirler zaman zaman konjonktürel olarak akla gelip gidiyor. Tipik bir kahve muhabbeti örneği vermek istiyorum. Rusya’yla Suriye’de savaşın eşiğine gelindiğinde bir gazetecinin “Rusya buna cesaret edemez. İçinde 25 milyon Türk var” gibi dâhiyane fikri ve benzerlerini tam olarak konuşmadan alternatifler anlaşılamaz. Bu kişi, tahminimce bölgenin mevcut kültürel durumuna, Sovyet öncesi ve sonrasına dair herhangi bir veri veya gözlem üzerine konuşmadığı çok açık.
Sovyet sonrası döneme, coğrafi, tarihi ve kültürel olarak uzak olan Batı ülkeleri dilbilim, tarih, dış politika, etnoloji, sosyo-kültürel ve dini duruma dair her türlü bilgiye ve yetiştirdiği uzmana sahipken ülkemiz bu fırsatı tam bir hazırlıksız içinde değerlendirmeyi başaramadı. Düzenlenen, turlar, konferanslar, çalıştay ve sempozyumlar, bakanlıklar arası ilişkiler bile istikrarsız ve günübirlik kaldı. Bu arada bölgede alfabeler değişti, sosyal yapı ve kültürel yapı değişmeye devam ediyor. Ticari ve ekonomik işbirliklerinin adresleri, güvenlik algıları başkaları tarafından manipüle edildi.
İngiltere örneğinde olduğu gibi, bu bölgelere hangi sosyal, kültürel, insani ve diğer yardımları yaptığınız; dil bağlarını ne derecede umursadığınız; ülkenizin doğru tanınması için nasıl bir yatırım yaptığınız gibi yüzlerce soruyla ilişkili. Bağ kurmadan, dış politikada platonik hayaller kurmak biraz bize özgü kalıyor.
Coğrafi kapsamı daraltarak somutlaştırırsak mesela İslam coğrafyasının önemli bir toprak ve nüfusunu oluşturan Türk dünyası tezlerinde “Türk Dilli Halklar” veya alternatif “Avrasya Birliği” arayışları, zaman zaman gündeme geliyor. Hâlbuki idealler, hayallerle değil, bilgi, emek, gayret ve alın teri üzerine yükseltilebilir.
(Devam edeceğiz…)
Türkiye’nin ortaklık arayışlarına dair (1)