Şûranın Müslümanlar’ın önemli bir kesimi nezdinde hakir ve nahoş bir konumu var. Zira muğlaklaştırılmış ve sürgün yiyerek uzaklaştırılmış durumda. Tarihin inişli çıkışlı ilerleyişindeki varlığını ve etkisini de inkâr ediyorlar!

Tarih şûranın önemini keşfetmiş ve toplumsal hayatta her zaman ve her seferinde genişleyen ve derinleştiren ilkeleri bulunan sosyal bir kurum hâline dönüşmüş olduğunu göstermiş olsa bile, biz Müslümanlar şûrayı hafife almaya devam ediyoruz! Bu yüzden şûra bizde yamulmuş bir cüce ve gelişme kabiliyeti bulunmayan özürlü bir çocuk mesabesinde kalmış, varlık sisteminin/yasasının aksine yapısında iyileşme ve artma ihtimalini de yitirmiş durumda!

Halkı Müslüman ülkelerin büyük bir kısmında yönetim sistemi de sosyal hayat da özürlüdür. Bu yüzden dünyada iyi hiçbir gelişmenin olamayacağını, zira dünyanın sonunun geldiğini, insanlık tarihinin henüz başlangıcında değil bilakis sonunda olduğumuzu zannediyorlar.

İslam dünyası “parlamento”yu ödünç almış olsa da içini boşaltarak onu anlamsızlaştırmış, kurgusunu bozarak onu ruhsuz ve cansız bir yapıya dönüştürmüş, onu sanki varmış görüntüsü veren dekoratif bir süse indirgemiştir!

Müslümanlar, şûranın sonuçlarının bağlayıcı olmadığını, onun yalnızca sembolik değeri olduğunu ve bilgilendirme niteliği taşıdığını ifade etmektedirler! Bu yüzden de şûra kararlarına rahatlıkla gözardı edilebilecek atık malzeme muamelesi yapmaktadırlar. Ne yazık ki durum bundan da vahimdir. “Biricik tasavvur”un huzurunda hiç kimse görüşünü açıklayamaz duruma gelmiştir! Biricik yöneticinin izni olmadan hiç kimsenin bir hususu araştırması, onu anlaması ve ona inanması caiz görülmemektedir! Evet, onun izni ve onayı olmadan bilmek, anlamak ve tasavvur etmek mümkün değildir! Bu durum aklın ve idrakin suikasta uğradığının ilanıdır. Aynen şu ayet-i kerimede anlatıldığı gibi…

“Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseye baksana! O zaman İbrahim demişti ki: “Benim Rabbim/Sahibim hayat veren ve öldürendir”. O şöyle cevap verdi: “Ben de hayat verir ve öldürürüm(!)” İbrahim: “Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir!” demişti de küfre gömülen herif donakalmıştı: Evet, Allah zulme gömülmüş bir topluma asla rehberliğini bahşetmez.” (Bakara 2:258).

Musa aleyhisselamla tartışıp kendince delil getiren zorba da Musa ile Harun’un Rabbine iman edenlere karşı aynı baskıcı mantığı yürütmüştü:

“(Firavun) “Demek siz, benden izin almadan ona inandınız ha?” dedi; “Öyle anlaşılıyor ki size sihri öğreten baş ustanız bu olmalı. Fakat dönekliğinizden dolayı kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve topunuzu götürüp hurma kütüklerine asacağım; böylece hangimizin cezasının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu iyice anlamış olacaksınız!” (Tâhâ 20:71).

Zorba, senin sadece belirli bir görüşüne engel koymaz. Bilakis senin herhangi bir görüş ve tasavvur sahibi olma hakkını gasp eder senden. Senin sadece mutlak şekilde kendisine tâbi olmana müsamaha gösterir.

Toplulukların insanların idrak ve anlama kudretlerini gasp ederek onların görme ve işitme yetilerini işlevsiz bırakma güçleri vardır. Dolayısıyla insanlara elçi olarak gönderilmiş olan nebilerin apaçık mesajlarını ayağa kaldırabilmek için hakikaten çok çalışmamız gerekir:

“Bak, elçilerin haberlerinden senin gönlünü takviye edecek olan kısmını sana aktarmış bulunuyoruz. Bu haberlerin içerisinde hem sana hakikat hem de müminlere bir öğüt ve uyarı ulaşmış olmaktadır.” (Hûd 11:120).

Garip olan, kavramların küllenmesi ve insanların bunların ifade ettiği manaları unutmasıdır. Peki, o hâlde Kur’an-ı Kerim’de “Şûra” adında bir sûre bulunmasının ne anlamı kaldı? Keza, Rabblerinin davetine içtenlikle icabet eden müminlerin işlerini aralarında şûra (istişare, meşveret, danışma, ortak akıl) ile yürütmelerinin onların belirgin bir sıfatı olarak sunulmasının ne anlamı kalıyor?

“We emruhum şûrâ beynehum…: Yine onlar Rablerinin (davetine) koşarlar, namazı hakkını vererek eda ederler, toplumsal işlerini aralarında şûra/danışma yoluyla karara bağlayarak görürler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcarlar…” (Şûrâ 42:38).

Her ne kadar İslam âlemi şûra kavramının içini boşaltarak anlamını yitirmiş olmasını arzulasa da, her ne kadar şûranın amacını gerçekleştirerek insanların isteklerini/tercihlerini öğrenmeyi engellemeye heveslense de işin aslı ayette beyan buyurulduğu gibidir.

Neden insanların iradesine haciz koyuyoruz? İslam âleminde uzmanlar meclisi neden kayboldu?

Biz insanı küçümsüyoruz, bu yüzden dünya da bizi küçümsüyor! Artık uyanmalıyız! Kendimize gelip Allah’ın âfak ve enfüs âyetlerini (dış ve iç gerçeklikleri) tâbi tuttuğu yasaları[1] kavramak için büyük bir çaba ortaya koymalıyız. Allah’ın mesajlarını insanlara olduğu gibi ulaştırmalı, O’ndan başka hiç kimseden korkup çekinmemeliyiz. Zira Allah hesap gören olarak yeter.[2]

[1] Müellif burada konuşmalarında sıkça hatırlattığı şu âyet-i kerimeye atıf yapmaktadır: “Senurîhim âyâtina fi’l-âfâqi we fi enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehu’l-haqqu…: Vakti geldikçe insana, kâinatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve bizzat kendi iç dünyasında âyetlerimizi (mesajlarımızı, mucizelerimizi, yasalarımızı) göstereceğiz. Tâ ki bu vahyin tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ayan beyan ortaya çıksın. Her şeye şahit olan senin Rabbin (insana) yetmedi mi?” (Fussilet 41:53). (Çeviren).

[2] Müellif bu cümleyi şu âyet-i kerimeden iktibas etmiştir: “… we lâ yahşewne ehaden illâllâh: O (elçiler), Allah’ın mesajlarını tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve Allah’tan başkasından da asla korkmayanlardı: zira Allah hesap görücü olarak yeter!” (Ahzâb 33:39. Keza bakınız: Tevbe 9:18 ve Nisa 4:6). (Çeviren).