Bir işaret alsam şairden: “Konuşsam dilim yanar, sussam kalbim…!”

Suphanallah!

Evet, susmak…

Çünkü konuşacak bir şeyim kalmadı.

Çünkü yenilgiden dönen bir komutan gibi bitkin, çaresiz ve lanetliyim.

Bütün çocuklar beni gösteriyor, şehrin kocakarıları üzerime bedduayla karışık cüzzamlar yağdırıyor.

Her şeyin suçlusu benmişim ve yok etmişim bir büyük ütopyayı.

Bir aşkı, bir çiçeğin büyümesini bekler gibi sabırla ve bir buz dağını çığ düşecekmiş gibi sessizce bekleyememişim.

“Ateşten denizleri mumdan gemilerle” geçmeye yeltenmişim, heyhat, felaket!

Çünkü itinayla koruduğum tesbihim elimden kaydı; tanelerinin yere düşerken çıkardığı seslerini duydum…

İpi kopmuş, imamesi elimde kalmış dua boncuklarının teker teker kayarak düşüşüne şahit oldum; Bir, üç, beş, dokuz, on sekiz, yirmi yedi ve otuz üç…

Bir kıyamet yanardağında erir gibi karanlık bir okulun bahçe duvarına oturdum.

Başımı ellerimin arasına alarak sordum: “Ben kimim ve bu hal neyin nesi…”

Yere düşen taneler zıplayarak savruldular, kaldırımın her yerine, bir ağaç dibine, arabaların geçip gittiği yol kenarına…

Yörüngesinden kurtulan gezegenler gibi oraya buraya, her yere…

İşte o an hiç yaşamadığım bir sessizlik, çaresizlik, belki bir ölüm duygusu kalbimin üstüne demir bir örs ağırlığınca oturdu.

Son bir ümitle; teker teker hepsini düştükleri yerlerden; imamesi bende, yeniden dizmek için, gelenlerin, geçenlerin ayaklarının arasından toplamaya başladım.

Kayıp ülkem, işgale uğramış vatanım, havadan bombalanmış memleketimin yetimlerinin annelerini araması gibi aradım; her biri sen, gözleri sen, elleri, kaşları sen, gülümseyişin sen…

Bulduğum her tane, bir parça can ve sana doğru koşuş için yeni bir heyecan.

Seni topluyorum yerden, seni yeniden…

Silinip gider gibiydin, eksik kalmış, tamamlanamamış her tesbih tanesiyle birlikte.

Aradım, aradım saatler geçti, aradım, gelenler geçenler azaldı, aradım, sesleri okul duvarlarına sinmiş çocuklar bana üzüldü.

Oturup ağladım göremeyen, bulamayan gözlerim çağlayan…

On beş dakika ara;

Doktorun işaret çubuğuyla gösterdiği harfler, uzaklara gitmiş gibiydiler; gösterdiği u’lar yerinde yok, m’ler, a’lar, n’ler yerinde yoktu. Sen vardın orada; hayali siyah-beyaz sinema perdesi gibi kocaman bir tebessümle kaybolan, silinip giden, yok olan…

Yani yoksun artık;

Dağılan, kaybolan tesbih taneleriyle gittin.

Bir daha dönmemeye gittin…

Bir tufan, bir deprem, bir felaket rüzgârı aldı götürdü seni.

Tutunduğum dalım gibi kırılıp, avucumdan sızan su damlası gibi gittin.

Bir daha gelmeyecek çocukluğum, en güzel hatıralarım, masal kahramanlarım, annem gibi gittin.

Nasıl bir gözyaşı seni geri getirir bilemiyorum; nasıl bir dua.

Olsaydın yanımda,

Olsan şimdi;

Karaya vurmuş gemilerini yeniden sefere hazırlayan kaptan-ı deryalar gibi;

Barbar dünyaya saldıran Barbaroslar gibi, vahşi Batı’ya doğru “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi”…

Vira bismillah…

Gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad gibi;

“Arkamda düşman gibi bir deniz, önümde deniz gibi bir düşman”

Sen ol, her şey olsun,

Ve “Otursun yerine bende her şekil; vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!”…