Bu sabah çok kötü uyandım. Sanki enkaz altında kalmış gibi hissediyordum. İşe gitmek için ayaklandım. Elimi yüzümü yıkadım. Her su damlasında rahatlamam gerekirken daha içim sızladı. Simsiyah giyindim. Matemdeydim. Binadan çıkarken gördüğüm komşulara, kapıcıya selam verdim; lakin hiç gülümsemedim.

Arabayla işe koyuldum. Vitesi ikiden yukarı çıkarmadım, yavaş yavaş işyerimin yolunu tuttum. Artık bir klişe olan sıkıntılı İstanbul trafiğinde önüme kırmaya çalışanlar, aniden önüme çıkanlar, sabırsızca dibime kadar girenler, kural, şerit tanımayanlar… Bunların hepsini görmezden geldim.

Hayat hala devam ediyordu. Büfeden gazete alanlar gülüşüyor, okula giden çocuklar ve onları okula götüren servis şoförleri enerjilerini koruyor, yanımdan arabasından son ses müzik dinleyenler geçiyor, işyerinde selam verenlerin yüzleri gülüyordu. Bense tükenmiş, bitkin bir şekilde öfkeli iç sesimle onları eleştiriyordum: “Türkiye’de neler yaşanıyor, şu insanların haline bak!…”

Odama geçtim. Nefes alışverişlerim çoğalmıştı. Evet, öfkeliydim. Sonra içimdeki diğer öfkeli ses bu eleştiriyi bastırmaya başladı. Şöyle başladı cümleye: “Ne yapıyorsun sen?” Hakikaten, ne yapıyordum ben? Derin bir acı çekiyordum, evet, doğru. Ama bir yandan da hayatın durmasını bekliyordum. Çünkü hayat Ankara’da o kadar kişi için durmuştu. Ve onlar acı çekiyordu. Bu acılar tükenmiş, bitkin hissettirebilirdi. Lakin kesinlikle çaresiz olunmamalıydı!

Terörün de istediği buydu zaten. İnsanlara çaresiz hissettirmek. Kendi gücünü kabul ettirmek. İnsanları pes ettirip tamamen hareketsiz bırakmak. İnsanlar arası bağları koparmak. İnsanları birbirine düşürmek, düşman etmek. Güven algılarını zedelemek. Korku ortamı gerçekleştirmek. Kısacası süregelen hayatı durdurmaktı.

Toparlandım. Gelen şehit haberleri yüreğimi dağlamaya devam etti. Ama çaresiz hissetmiyordum. Belki ben de yıkılıyordum, tükeniyordum ama çaresiz değildim. Hayata devam ettim. Ve çaresiz hisseden her kitleye sesleniyorum: “Hayatınızı durdurmalarına izin vermeyin!”

Vatan Sağ Olsun!