Suriye’de savaş hız kesti. İnşallah Türkiye, İran ve Rusya üçlüsünün başlattığı çatışmasızlık süreci akamete uğramaz ve akan Müslüman kanı, yaşanan dramlar son bulur. Kişisel kanaatim, oldukça farklı ve girift hesapların güdüldüğü sahada, zuhur eden çok parçalı yapının yol açtığı belirsizliğin, bu barışı sürdürmeyi zorlaştıracağı yönünde. Allah (cc) kerim yine de.

Malumunuz Suriye’de yaşanan çatışmanın üstündeki mezhebî örtüyü kaldırdığınız zaman, altından siyasi hesaplar çıkacaktır. Her ne kadar yaşanan savaşta mezhebi aidiyetler pratik bir motivasyon aracı olarak kullanılmak istenmişse de gelinen noktada, araçsallaştırılan bu teo-sosyolojik faktörün ciddi fay hatları ürettiği su götürmez bir gerçektir.

Bölgeyi doğru okuyanları kafi miktarda tedirgin eden husus; Yemen’den Suriye’ye, Bahreyn’den Pakistan hattına kadar uzanan ve en önemlisi bölgenin kritik ülkesi Türkiye’yi de içine alacak bir mezhep çatışmasının fitilinin, sınırımızın hemen doğu ucunda ateşlenmesi ihtimalidir. Kimilerine göre ise İran etkisine  bağlı olarak yaşanan şey zaten tam bir mezhep savaşıdır.

“Olan biten bir mezhep çatışması değildir. İslam tarihinde mezhep çatışması asla gerçekleşmemiştir. Siyasi erkler, kendi politik amaçları doğrultusunda mezhebi olguları kullanmış; ortaya çıkan saflaşmanın fotoğrafı ise bizi böyle düşünmeye sevk etmiştir” diyenlerin haklılık derecesi nedir?

İslam tarihindeki ilk ciddi kırılmanın siyasi sebeplere mebni olarak ortaya çıktığı ve fakat daha sonra dini bir hüviyet kazandığı temellendirmesinden yola çıkarak pek çoğumuzun aklına mezhep çatışması dendiğinde ilk gelen olgu, Şii – Sünni eksenidir. Oysa tarih kitaplarının sayfalarında küçük bir yolculuğa çıktığımızda, bundan çok daha fazlasının  varlığıyla karşılaşmak canımızı sıkmaya yetecektir.

Sadece akademik düzeyde kalması gereken ihtilafların, pozisyonlarını kuvvetlendirmek ve makamlarını âlîleştirmek adına sahiplerince politize edilmesinden doğan Mutezilî mihneyi, kimi radikal Hadisçilerin  estirdiği terörü, büyük hadis alimi Buharî’nin başına gelen tuhaflıkları, Allah’tan ne ara aldıkları belli olmayan yetkiyle sufî meşrep dervişlere reva görülen çileli yaşam öykülerini şimdilik bir kenara bırakalım.

Bugün İslam düşüncesini meydana getiren iki ana damar kabul ettiğimiz Eşariler ve Maturidiler arasında X. yüzyıldan başlayarak yaşanan ayrışmaların fikrî düzeyde kalmayıp ürettiği hayret verici şiddeti hatırlamak, bizi derin kaygılara sevk etmeye yetecektir. Elbette yıkılan camiler, öldürülen insanlar, sürgün edilen alimler ve yakılan kütüphanelerden tutun tahrip edilen şehirlere kadar, yaşanan elim hadiselerde tek etken mezhebi ayrılıklar değildi. Bugün olduğu gibi dün de insanları din adına ötekine karşı harekete geçiren başkaca etkenler mevcuttu. Lakin Müslümanların yaşadığı bu coğrafya, o zaman da çok acıyla dolmuştu ve bu acıların çoğunu inananlar olarak biz seçmiştik.

Hayatı savunduğu fikirler nedeniyle hücrelerde ve sürgünlerde geçmiş, Moğol istilasına taraftarlarıyla birlikte bizzat karşı koymuş ve yine karanlık bir hücrede emanetini teslim eden Hanbeli mezhebinin önderlerinden İbn Teymiye (v.1328); fıkhî mezhepler arasındaki anlaşmazlık ve kavganın, Allah’ın Moğolları onların başına getirmesinin nedenlerinden biri olarak kabul eder.

Bugün de başımızda bir bela olarak Daeş ve arkasındaki çağdaş Moğollar; ABD, İsrail ve öteki ecnebiler var. Müslümanlar tarihten ders almak ve akıllarını başlarına devşirerek Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak zorunda! O ip; zamanın behrinde yaşayıp Kuran ve Sünnet’ten anladığını, fetvalar yoluyla Müslümanların hizmetine sunan alimlerimizden herhangi birinin anladığından ibaret değildir. Medeniyetimizi oluşturan tüm unsurların “Allah’ın ipinden” kastın ne olduğu üzerinde ittifak etmesi, hava kadar su kadar elzemdir.

Baki selam…