Demokrasi, halkın çoğunluğunun iradesinin iktidara yansıması olarak kabul ediliyor. Oysaki, kavramın ortaya çıktığı Antik Yunan’da dahi durum böyle değildi. M.Ö. 4. yüzyılda Atina’nın nüfusu 300 bin kadardı. Fakat oy kullanabilecek olanların sayısı 40 bini geçmiyordu. Çünkü, aşağı sınıftan kabul edilen kadınların ve insandan kabul edilmeyen kölelerin oy kullanabilme hakları yoktu. Erkeklerin içinde sadece seçkin bir sınıfın oy kullanabildiği “Demokratik Atina”da kölelerin nüfusu çok daha yüksekti ve üretimin neredeyse tamamı köleler tarafından yapılıyordu.
Halkın, “kadın-erkek tüm fertlerinin iradesiyle” iktidarı belirlemesi fikri Batı’da ancak 19. yüzyıl sonrasında ortaya çıktı. Yani demokrasi asırlarca hiç de öyle sanıldığı gibi “halk iradesi” anlamına gelmedi.
Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyet idaresine pek çok Batılı devletten önce geçmesine rağmen Türkiye’de de durum büyük oranda “halkın çoğunluğunun” iradesinin yok sayılması olarak tebarüz etti. 1960’da seçilmiş Başbakanı darağacında sallandıranlar ya da 28 Şubat’ta demokrasiye balans ayarı verenler, halkın çoğunluğunun yanlış yolda olduğunu düşünüyorlardı.
Cumhurbaşkanımız yüzde doksanlara ulaşan bir katılımla ve yüzde 52 ile iktidara geldiğinde de, benzer şeyler söylediler. Halk, doğruları bilemez, seçkin bir sınıf ancak doğruları takdir edebilirdi.
Venezuela’da geçtiğimiz yıl yüzde 68 ile iktidara gelmiş olmasına rağmen Maduro bu seçkinlere göre bir diktatördü ve halk yığınları cahil olduğu için gerçeği göremiyordu.
Demokrasi kavramını ağızlarında sakız gibi çiğneyen bu kişiler aslında şunu söylüyor: “Biz bu yığını halk olarak görmüyoruz. Onlar Antik Yunan’da olduğu gibi çalışabilir, üretebilir, savaşabilir ve bedel ödeyebilirler. Fakat, halk dediğimiz şey bizim takdir ettiğimiz seçkin bir sınıftır”
Onun için Venezuela’da olduğu gibi azınlığın desteklediği bir grup, silah zoruyla iktidara gelmeye çalışabilir. Hatta bunun adı demokrasi olabilir. Türkiye’de devletin hücrelerine sızıp, yıllarca istihbarat çalışması yürüterek belirli makamlara ulaşan bir grup silah gücüne dayanarak darbe yapabilir. Bunun adı da demokrasi olabilir. Sonuçta, kavramın sahibi olan efendileri neyi, ne zaman ve nasıl yapacağını kimseye soracak değildir. Tasmalı kölelerine dökülecek kandan sonra etrafı temizlemek, yeni durumu meşrulaştıracak argümanlar üretmek görevi kalmıştır.
Maduro tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi ABD’de tezgâhlanan darbeyi püskürttü. Şimdi, Amerikan kovboylarının himayesinde iktidar arayanlar kaçacak delik arıyor.
Maduro’nun devrileceğini sanan FETÖ’cüler heyecanla sıranın Türkiye’ye geleceğini, Cumhurbaşkanı’nın sürgün edileceğini, ülkenin yeniden “Batı’yla uyum içinde itaatkâr bir paryaya döneceğini” umarak sevinç çığlıkları attılar. Fakat hevesleri kursaklarında kaldı. Kursaklarında başka şeylerin de kalmasını dört gözle bekliyoruz.
Şimdi, bu tasmalı köleler kadrosuna “İslamcı ve liberal” kanattan da katılımlar olduğunu görüyoruz. Hiç şaşırtmıyorlar. Köprülerde düşük bütçeli film çeken stratejik çukur sahiplerinin eteğinde Maduro üzerinden Erdoğan’a çemkirmeye devam ediyorlar. Şükür, onların da hevesleri kursaklarında kaldı. Fakat, bu sayede onların da demokrasiye balans ayarı veren darbeci paşalardan bir farklarının olmadığını gördük.
Onlar, halk derken, Sakarya’da kanını döken, 15 Temmuz’da bedenini alçaklara siper edenleri değil; aslında kendini dünyanın merkezinde gören, ruhları köleleştirilmiş bir avuç seçkini görüyorlar.
Onlara göre iradesini ve inancını pazarlık konusu yapmayıp, sandıklarda hakkını arayan; devleti ve istikbali zora düştüğünde nasırlı çıplak elleriyle tankları durduranların bir ehemmiyeti yok. Adına gezi denilen terör eylemleriyle 40 gün boyunca ülkeyi yangın yerine çeviren çapulcuların ise “iyi niyetli mesajları” takdir görmekte.
Şayet, demokrasi kavramı 21. yüzyılda teorik olarak “halk iradesinin iktidar olması” anlamına geliyorsa, bunun dünyadaki en güzel numunesi şüphesiz Türkiye’dir. Çünkü, kendi iradesine canını vererek sahip çıkan nadir bir millet, bin yıldır Anadolu’da yaşıyor.