Manisa’dan Muğla’ya; Balıkesir’den Bursa’ya kadar dolaşırken kendimi birçok hatıra ve çağrışım içinde buldum:

İstanbul’da doğup büyüsem de küçüklükten itibaren Babamın 1955 yılında çıktığı Manyas’la ve Balıkesir ile irtibatı hiçbir zaman koparmamıştık.  12 yaşındayken Nazilli’de ilk kez turunç ve portakal bahçelerini; 15 yaşındayken Manisa’daki o zamanlar bana uçsuz bucaksız görünen üzüm bağlarını; asistanlık yıllarında Erzincan ovasını; 23 yaşında evlilikle birlikte Bursa ovasını ve zeytinlikleri ve farklı vesilelerle Türkiye’nin ovalarını, tarım arazilerini ve köylerini görme fırsatım oldu ve halen oluyor. Gezdiğim yerlerde kültür ve dil ilk ilgimi çeken konulardan olsa da ikinci olarak bölgede yetişen ürünler ve tarımı gözlemlemeye çalışıyorum.

Ekili tarım arazileri, ormanlar, nadasta bekleyen tarlalar ve bomboş alanlardan ibaret anlamlandıramadığımız uçsuz bucaksız araziler… Yani hazineye ait çoğu asırlardır atıl duran kamu arazileri.

Fakat “kamu arazisi” ifadesini gerçek anlamı ile ancak Kazakistan’a gittiğimde anlayabildim. Bir gece yarısı indiğim Almatı havaalanından Türkistan şehrine kadar yedi saat süren bir gece yolculuğunda yol boyunca birbiriyle aralarında onlarca kilometre bulunan Kazak köylerini gördüğümde aralarındaki milyonlarca hektarlık arazinin Sovyet sisteminin devamı olarak devlete ait olduğunu öğrendim.

Kazakistan, Türkiye’nin üç katından büyük ülke topraklarıyla geniş ve verimli arazilere sahip. 2005 yılında yapılan toprak reformu itirazlara sebep olsa da kısmi bir rahatlama sağlamış.  Bağımsızlığın ilk yıllarında bütün eski Sovyet topraklarında halk aç kalsa bile bu topraklara ihtiyaçları kadar bir ekim-dikim yapamıyordu; çünkü bu topraklar devlete ait idi. Bu durum, Azerbaycan’da, Türkmenistan’da ve Rusya’da aynı şekildeydi.

Buradan Türkiye’ye dönersek: Köylerimizin 1870’li yılların Fransa’dan alınan idari taksimat rejimi sonrasında sınırlarının az çok belirlendiğini ve geçmişte çoğu 10-15 ailelik köylerin eğer nüfusları dağılmamışsa 100-130 yıl sonra1200-1500 nüfusa ulaşabildiğini görüyoruz. Köylerin bugünkü tablosuna bakarsak 130 yıl öncesinde yaşayan bir dedenin miras kalan arazinin çocukları, torunları ve sonraki kuşaklar arasında miras taksimleriyle 5-6 kuşak boyunca katlanarak küçüldüğünü görüyoruz. Bu konuda toprakların birleştirildiği Trakya bölgesi belki de Türkiye’nin en önemli istisnası.

Anadolu’da herhangi bir köyden çıktığınızda ya diğer köyün arazileri ya da hazine arazilerine girmiş olursunuz. Aslında bu araziler Devlete ve dolayısıyla millete ait araziler Pekiyi ne kadarı devletin elinde olup da halkın kullanamadığı araziler. Bir fikir vermesi bakımından oranlara bakabiliriz:

İstanbul’un yüzde 44’ü, Ankara’nın yüzde 22’si, İzmir’in yüzde 37’si, Adana’nın yüzde 50’si, Antalya’nın yüzde 42’si, Bursa’nın da yüzde 29’u Balıkesir’in yarıya yakını, Karabük’ün %67 si kamu arazisi olarak kayıtlı. Hakkari’de bu oran %5 in altına düşüyor. Büyük şehirleri bir kenara bırakırsak Anadolu’da tarımla uğraşan insanların yaşadıkları güçlükleri az çok çoğumuz bir şekilde biliyoruz.

Köylerdeki hayat şartlarının şehre göre daha güç olması, toprakların gün geçtikçe küçülmesi dolayısıyla büyük çaplı yatırım yapılabilecek arazilerin az olması; maliyetin yüksekliği ve emek yoğun çalışma zaruretiyle köylünün hayvancılıktan umduğu kârı elde edememesi; teknik ve intansif tarım yerine halen “emek yoğun” çalışmanın devam etmesi iyi bir planlama ile aşılabilecek zorluklar.

Alternatif yeni tarım ürünlerinin tanıtılması; sanayi değeri olan tarım ürünlerinin ve organik tarımın yeterince teşvik edilmesi; üreticinin/köylünün kooperatifleşme yoluyla ekonomik olarak ezdirilmemesi gerekiyor.

Üreticilerin birçoğu, teşviklerden yararlanamayacakları yönünde bir önyargıya sahip olduğundan teşviklere başvurmaktan kaçınıyor. Teşviklerin köylülerin lokal bağları,  akrabalık ve siyasi bağları, kendi aralarındaki husumetler dikkat e alınmadan herkese uygulanması ve kimsenin bu konuda dışarıda kalmayacağını vurgulayan bir rahatlatmaya ihtiyaç var.

Zaman zaman konuşulan Hazine’ye ait tarım arazilerinin satışı girişimine  “orman arazisi vasfını yitirmiş” arazilerle başlandı. Fakat, asıl tarım yapılabilecek atıl kalmış hazine arazilerinin şehirden gelenlerin veya işadamlarının değil, gün geçtikçe küçülen köylerin halen ikamet eden ve fiilen çalışan tarımda köylülere son derece uygun fiyatlarla verilmesi elzem.

Bundan da önemlisi parçalanmış tarım arazilerinin birleştirilmesi ile ilgili ülke çapında bir harita yapılması gerekiyor. Aksi halde, hızla boşalan ve terkedilmiş köylerin boşalmasını izlemek stratejik bir diğer hatamız olacak.