Yıl 1876…

Biliyordu, güvenilmezdi Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve avanesi…

Biliyordu, elinde delili yoktu ama sevgili amcası Abdülaziz’in katlinde parmakları vardı bu paşaların…

Biliyordu, isteyerek, severek tahta oturtmuyorlardı onu, mecbur kalmışlardı.

Kardeşi Murat akli dengesi bozuk çıkmış, sultanlık yapamamış, mecbur kalmışlardı onun sultanlığına.

Kimi tarihçiler, “Mithat Paşa ile Kanun-u Esasi ve Batılılaşmak konusunda pazarlık yaptılar, anlaştılar” dese de, o bunu asla kabul etmeyecek, “Osmanlı İmparatoru ile kimse pazarlık yapamaz, haddine mi?” diye reddedecekti.

Mithat Paşa’nın, İngilizlerin emri ile hareket ettiğini, onun taleplerinin aslında İngiltere’nin istekleri olduğunu da biliyordu.

Adımını bütün bu gerçeklere göre atacak, halk nazarında başarılı gözüken Paşa’nın hata yapmasını bekleyecekti.

Sultanlık, her ne kadar millete hizmet yolunda ulvi bir görev olsa da, ateşten gömlekti yine de. Bir hata, bir yanlış, yağlı ilmiğin boynuna takılması demekti. Ondan öte, çökmekte olan imparatorluğun parçalanması anlamına gelirdi.

Mayası bozuk paşa onun sessizliğini zayıflığından, kudretsizliğinden, beceriksizliğinden zannetti, çok geçmeden koltuğuna göz dikti Abdülhamit’in. Paşa, “Ha Devlet-i Ali, ha Mithat-ı Ali, ne fark eder.” diyerek gerçek niyetini beyan edene kadar sabretti sultan. Bekledi, beklemesi gereken noktaya kadar. İşine baktı ülkesi, milleti için. Çalıştı gece gündüz. Ama paşa sabırsızdı; onun koltuğunu istiyordu. Abdülaziz’in katlinde parmağı olduğu halde yargılanmayışı, daha da cesaretlendirmişti onu.

Sultanın altını oymaya başladı. Abdülaziz’i nasıl katletti ise, onu da katledecek, kendi sultanlığını ilan edecekti. Nasıl olsa ardında dönenin güçlü, kudretli devleti İngiltere vardı. O ne isterse olurdu, son yıllarda cihana nizam verir hale gelmişti.

Hata yapmıştı. Ufak tefek hatalarını görmezden gelse de, affetmedi Abdülhamit bu kez. Sürdü Payitaht dışına…

Paşa Mısır’a sürgüne giderken, devrin en akıllı, en zeki, en dirençli, en cesaretli, en ferasetli sultanına çattığını anlayacaktı. Ama iş işten çoktan geçecekti artık.

                                                            ***

Yıl 1998.

ABD, Apo’yu sepetleyip onların ellerine teslim etmiş, hayallerinde bile göremeyecekleri bir iktidarı altın tepside sunmuş, yıllara şamil bir yönetimin önünü açmıştı onlara. Böylece, İslamcılara geçit vermeyeceğini ortaya koymuştu Amerika ve Yahudi lobisi.

Ama olmamıştı. Becerememişlerdi. Koalisyon zordu. Aç kurtlar misali bakanlıkların imkanlarına çullanınca bankaların içlerini boışaltmış, menfaat kavgasına düşmüş, ülkeyi kısa zamanda uçurumun kenarına getirmişlerdi. Terör azmış, huzursuzluk başlamış, ekonomik kaos oluşmuş, IMF’den ithal bakan getirmişlerdi.

Üçlü koalisyondu onlar, birlikte yürümeyi başaramamış, kısa zamanda birbirine düşmüş, seçime gitmek zorunda kalmışlardı. İstatistikler halkın onları, yani koalisyonu istemediğini gösteriyordu.

ABD ve Yahudi lobisi için çare, Tayyip Erdoğan’a razı olmaktı. İstemeseler de, mecbur kalıyorlardı.

Ama kendi şartları dahilinde olmalıydı onun iktidarı. Hatta, zamanı gelir de yoldan çıkacak olursa, yeniden dizayn etmek için ipi de ellerinde olmalıydı. Ne de olsa İslamcı bir partiden geliyordu, güven mi olurdu ona?

Oturdular, konuştular, anlaştılar. Hatta, kimlerle çalışması gerektiğini de söylediler ona. Velhasıl, uzun müddet yürüdüler birlikte.

ABD ve Erdoğan… İki taraf ta birbirini kolladı, hatasını aradı…

Erdoğan kısa zamanda hem güçlendi, hem durumdan vazife çıkartan zinde, resmi ve sivil kurumları dizayn etti, kendine bağladı, hem de yaptığı asırlık hizmetlerle halkının gönlüne girdi.

Tarih tekerrür ediyor, batılılar ikinci kez yanılıyorlardı; mecbur kaldıkları, kendi elleriyle getirdikleri iktidar, onlara meydan okuyordu şimdi.

Yıkılmalıydı Tayyip Erdoğan. Vakti zamanında birlikte çalışmaları için önerdiği kuvveti devreye soktu ABD; cemaat.

Lakin oldukça güçlenen Erdoğan’a, devletin her kademesine legal, illegal yollarla sızan cemaatin de gücü yetmeyecekti.

Zamanında Avrupa’nın yaptığı hatayı yapmıştı ABD; devrin en akıllı, en zeki, en dirençli, en cesaretli, en ferasetli liderine çattığını anlamıştı. Ama iş işten çoktan geçmişti artık.

Abdülhamit nasıl yıkılmakta olan bir imparatorluğu cihan devleti, ümmetin umudu haline getirmişse, Erdoğan da parçalanmaya ramak kalmış bir devleti almış, kısa zamanda ümmetin ümidi, örnek alınan zinde, güçlü bir devlet haline getirmişti.

Şimdi, onu yıkmak için başka argümanlar kullanmalıydı…

Gerek Abdülhamit’e, gerekse Tayyip Erdoğan’a mecbur kalmasalardı, iktidarına izin verirler miydi hiç?