Suudi Arabistan ile İsrail arasında esen normalleşme rüzgarı, Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın göreve gelişinden bu yana yapmak istediği “atılımın” kilit noktası olarak görülüyor. Bin Selman, göreve geldiği dönemde açıkladığı 2030 vizyonu ile ülkesinin dışa daha açık ve uluslararası ittifaklar içinde daha fazla var olan bir ülke olmasını istedi. Bunun için İsrail ile normalleşmek ve düşman konjonktüründen çıkmak bu hedefin önünü açacak stratejik bir adım olacaktır.
Bin Selman’ın 2030 vizyonunun en önemli iki ayağı Suudi Arabistan’ın savunma yelpazesini güçlendirmek ve ekonomisini çeşitlendirmekti. Ülke yıllardır çoğunlukla petrol gelirlerine dayanan bir ekonomiye sahipken belki önümüzdeki birkaç on yıl içinde petrolün önemini kaybetme ihtimali (yaygın dillendirilen petrolün kesinlikle önemini kaybedeceği tezine dair henüz sağlam bir veriye sahip değiliz) ekonomisini çeşitlendirmesini zaruri kılıyor. Ayrıca, değişme sinyalleri veren küresel ekonomik düzende Suudi Arabistan’ın öyle ya da böyle sahip olduğu ciddi sıcak para rezerviyle yer edinmesi de zaruri gözüküyor.
Meselenin ekonomik kanadı aşağı yukarı böyleyken askeri kanadı daha çetrefilli duruyor. Zira Riyad’ın savunma üretiminde gerekli finansal güç varken neredeyse her üçüncü dünya ülkesi gibi teknik imkan ve yetişmiş elemandan yoksun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu imkanlar oluşturmak için birinci yol ithal etmek ikinci yol ise eğitime yatırım yapmaktır ancak savunma sanayii ciddi bir gelişim göstermesi nedeniyle uzun süre alacak ikinci yola paralel olarak birinci yoldan da gidebilecek bir stratejik akıl gerekiyor. Bin Selman’ın bunu yapabilmesi için tehdit önceliğini gözden geçirmesi gerekiyordu. İsrail ile normalleşme hamlesi tam da bu tehdit önceliğiyle alakalı bir durum olarak duruyor. Nükleer silah üretiminde ciddi yol kat ettiğini iddia eden İran’ın oluşturduğu ciddi tehdit karşısında Riyad’ın savunmasını çeşitlendirmesinin önünde duran engel İsrail ile düşman konjonktürünün devam etmesiydi. Çünkü dünyanın silah patronu olan ABD açısından Ortadoğu’daki özellikle hava üstünlüğü başta olmak üzere askeri güç dengelerinin İsrail’den yana olması stratejik bir gerekliliktir. Hal bu iken henüz kendisine doğrudan bir tehdit oluşturmayan İsrail ile normalleşme karşılığında savunma gücünü çeşitlendirme imkanını ABD’den koparmak Riyad açısından mantıklı bir yol olarak gözüküyor.
Sermayenin önemi
Suudi Arabistan’ın burada işaret ettiğim adımlarına karşı batı ekseninin de Çin’in yükselen ekonomik hegemonya riskine karşı Körfez sermayesini kaybetmemek için adım atması gerekiyordu. Zira Suudi Arabistan yönetimi İsrail ile normalleşmeye götüren süreçte batıya ciddi sinyaller vermişti. Bunların başında ise Temmuz ayında Riyad’da gerçekleşen Körfez-Çin ekonomi forumu ve Rusya ile OPEC+ çatısı altında oluşturulan ciddi dayanışma atmosferi geliyor.
Suudi Arabistan, söz konusu forumda Çin’in Kuşak-Yol Projesi kapsamında büyük yatırımlar yapmak için bir takım ön anlaşma imzaladı. Hatta İran ile yaşanan ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinin de büyük ölçüde Çin ile girişilen bu ilişkilerin gölgesinde düşünülmesinin doğru olacağı kanaatindeyim. Rusya ayağında ise Ukrayna savaşı nedeniyle Moskova’ya yönelik uygulanan ambargolar konusunda Türkiye ile birlikte en isteksiz tarafların Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olduğu söylenebilir. Bin Selman, geçmişte “Şeytan Üçgeni” olarak tanımladığı Katar, İran ve Türkiye ile normalleşme sürecine girerek bölgede muhtemel her ittifakın önünü açmak istedi.
G-20 zirvesinde açıklanan Hindistan-Orta Doğu- Avrupa ticaret koridorunun böyle bir dönemde ilan edilmesinin yaşanan bu gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde sürpriz olmadığı söylenebilir. Batı bloğu koridorun (coğrafi şartlar açısından tartışılsa da) Körfez ve Arap Yarımadası’ndan geçmesini planlayarak hem Çin’in Kuşak-Yol projesine güçlü bir sermaye bularak elini rahatlatmasını engellemiş hem kendi yükünü hafifletmiş hem de İsrail-Suudi normalleşmesini mümkün kılmış görülüyor. Projenin (şüpheli olmakla birlikte) tamamlanması halinde iki önemli ayağı olan Suudi Arabistan ve İsrail’in düşman konjonktüründe devam etmesi mümkün değildi.
Engeller
Suudi Arabistan açısından sorulması gereken soru, burada bahsettiğim bölgesel adımların hedefi olan dönüşümü tamamlamasının önündeki engellerin ne olabileceğidir.
Bin Selman, 2030 vizyonu kapsamında ülkesinin dönüşümü için ülke sahillerinin turizme açılmasından, yabancı mülkiyetin yasallaşmasına ve İsrail ile normalleşmeye kadar varan cüretkar adımlar attı. Bu adımlar içte ve dışta ciddi meydan okumalarla da karşıya karşıya. Örneğin geçtiğimiz aylarda bizzat Bin Selman tarafından açıklanan ülkenin bazı bölgelerinde yabancıların mülkiyet hakkının yüzde 100 seviyelerine çıkarılması izni ve yine Bin Selman’ın göreve geldiği günlerde sarf ettiği “Cidde ve Yanbu, California gibi olacak” sözlerinin muhafazakar iç kamuoyunda nasıl karşılandığına dair tahmin yürütmek zor olmasa gerek. İsrail ile normalleşme adımı ise henüz resmileşmeden iç kamuoyunda ciddi itirazlarla karşılaşıyor.
İç kamuoyunun yanında bölgesel meydan okumalar da Bin Selman’ın hedeflediği dönüşüm açısından belirleyici olacaktır. Zira bu noktada örneğin Yemen meselesinde Riyad’ın bu meydan okumaların üstesinden gelme konusunda pek de başarılı olmadığını söylemek zor değil. Körfez’e dayanarak İran ve Türkiye’yi devre dışı bırakan jeo-ekonomik ve jeo-siyasi projelerin başarı şansını ölçmek için de zamana ihtiyaç olduğu kesin.