Yakın zamana kadar bildiğimiz ve kullandığımız nakil vasıtalarını Kur’an-ı Kerim’de söz konusu ederken Allah Teâlâ, sırtlarına binmemiz ve hayata güzellik katmaları için atları, katırları ve merkepleri yarattığını hatırlattıktan sonra (beşinci âyette başlayan konuyu) şu şekilde bağlamaktadır: “O, bilmediğiniz daha neler neler yaratmaktadır.” (Nahl 16:8).
Nitekim bizler yaşadığımız bu çağda daha önce insanoğlunun aklının ucundan bile geçmeyen yepyeni ulaşım araçlarını gördük. Dahası bilgi ve düşünceleri başkalarına ulaştırma araçlarının da tarihte hızlı bir gelişme kaydettiğini görmekteyiz.
Ancak insanlık tarihi boyunca iktidarın el değiştirme yönteminde çoğunlukla şiddet ya da verasetin etkili olduğunu görüyoruz. Buna rağmen beşeriyetin yönetimin el değiştirme araçlarında da bir ilerleme kaydederek danışma, adalet ve eşitlik kavramlarını geliştirdiğine şahit oluyoruz. Ne var ki, insanlığın asırlar boyunca başvurmuş olduğu eski yöntemler yüzünden bu gelişmelerin tüm toplumlar tarafından benimsenerek uygulamaya konması hiç de kolay olmamıştır. Başka bir ifadeyle bunca gelişmeye rağmen hâlâ demokrasiye geçememiş olan bir toplum, motorlu taşıtlar ve uçaklar devrinde hâlâ at, deve ve merkep sırtında ulaşım sağlayan bir insana benzer.
Yönetim alanındaki bu gelişmelerin sağlanması son derece yavaş ve büyük sıkıntılarla mümkün olabilmiştir. Bu aşamaya gelebilmek için insan kaynaklarını yok yere heba eden bir sürü savaş ve kaosa maruz kalma gibi yüksek bedeller ödenmiştir. Bu tarihî, derin, kesintisiz ve tecrübi bilinç sayesinde insanlık, yönetimde adalet ve eşitliği esas alan, şiddet ve veraset sarmalını reddeden ileri yönetim modelleri geliştirmeyi başarmıştır.
İslamiyet’in ilk dönemi bize güzel bir örneklik sunmaktadır. Rasulullah’ın (s) vefatından sonra -emrivaki şeklinde gelişmiş ve çok kısa sürmüş olmasına rağmen- önemli bir model benimsenmiş, raşid halifelerin seçilme işlemi toplumun alışkın olmadığı yollarla gerçekleştirilmiştir. O dönem için bu yönetim modelleri devrim niteliğindedir.
O dönemdeki bu adımlar özü ve türü itibarıyla çok önemli gelişmeler olup gerçek şûrâ meclisini oluşturabilmek için örneklik teşkil etmektedir. Her ne kadar Müslümanlar bu gelişmeyi heba etmiş olsalar da dünyada birçok toplum danışmaya dayalı yönetim modelini uygulama alanına koyabilmiştir. Bunların arasında Türkiye gibi yeni demokratik modeller geliştirebilmiş İslam ülkeleri de bulunmaktadır. Mesela Avrupa Birliği örneğini ele alalım. Bu örnekte ulaşılmış olan modelin aslı İslam’da mevcut olup hem Kitap’ta hem de Sünnet’te bunun delilleri vardır. Modelin türevleri de tüm dünyada kesintisiz olarak günden güne gelişmeye devam etmektedir.
Şimdi bizler, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki ilk muhataplarının anladığı gibi bir anlama eylemini gerçekleştirebilir ve isabetli tahliller yapabilirsek, ilaveten âfak ve enfüs âyetlerini (iç ve dış dünya gerçekliklerini) kavrayabilirsek, siyaset ve iktidar konusunda çok önemli iki ilkeyi anlamış olacağız. Bunlardan birincisi; iktidarın insanlara danışarak ve rızalarını alarak elde edilmesi, yani güç ve şiddet kullanarak ele geçirilmemesi ilkesidir. İkincisi de; raşid (doğru, olgun) yönetim tarzının veraset (babadan oğula geçme) yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçeğidir.
Bu iki ilke, -uygulamada bazı noksanlıklar yaşanmış olsa da- temel alınması gereken ilkelerdir. Müslümanlar ilk dönemdeki dört halife için “hulefâ-i râşidîn: dürüst halifeler, olgun yöneticiler” unvanını kullanmaktadır. Çünkü onlar baskı ve zorbalıkla iktidara gelmediler. Keza kendi çocuklarını iktidar varisi yapmadılar. Çünkü; “Lâ ikrâhe fiddîn; Zorlama dinde yoktur. Artık rüşd ile ğayy (doğru ile yanlış) birbirinden seçilip ayrılmıştır…” (Bakara 2:256) âyeti fehvasınca zorbalıkla iktidara gelen birisi asla raşid olamaz.
İktidarın seçimle el değiştirmesi ve verasetin reddedilmesi ilkeleri raşid halifelerin yönetim dönemlerinde çok açık bir şekilde benimsenmişti. Bu modelin korunabilmesi için İslam’ın şu temel ilkesinin korunması yeterli olacaktı: “We emruhum şûrâ beynehum…: Yine onlar (müminler), toplumsal işlerini aralarında şûra/danışma yoluyla karara bağlayarak görürler…” (Şûrâ 42:38).
Bize düşen bu bilinci süratle yaymak, şiddeti kınamak, insanlara bu bilinci kazandırma konusunda dirençli olmak, Allah’ın sözünü/sözleşmesini insanlığa ulaştırma görevini yüklenmek, O’nun indirdiği âyetler ile iç ve dış dünyamızda bize gösterdiği hakikatleri geri dönüşü olmayan bir samimiyet ve kararlılıkla insanlığa açıklamaktır.
Çeviri: Fethi Güngör